Osmanlı Devleti Hakkında Herşey

Konusu 'Tarih' forumundadır ve SonKraLice tarafından 8 Ocak 2015 başlatılmıştır.

  1. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    3 Kasim 1839'da Sultan Abdülmecid'in sadrazami Mustafa Resid tarafindan Gülhane Parki'nda yabanci devletlerin elçileri ve büyük bir halk toplulugunun huzurunda okunan, kisilerle devlet arasindaki iliskilere hukuki yönden yenilikler getiren, seriata dayanan eski yasalari tamamen degistirmeyi öngören, Tanzimat-i Hayriye adi verilen islahat hareketinin siyasal ve hukuki yönden teminat altina alan belge.

    Yeniçeri Ocagi'nin bozulmaya baslamasi nedeniyle Sultan II. Mahmud döneminde baslayan yenilik hareketleri ve Sultan Abdülmecid'in tahta çikar çikmaz islahat hareketine devam etmek amacinda oldugunu göstermesi Osmanli Devlet yapisindaki degismin baslangiciydi. Sadrazam Mustafa Resid Pasa, Gülhane Hatt-i Hümayununu Padisah adina kaleme almis; devlet ve birey arasindaki iliskilerde devletin modernlestirilmesi amacina dayanan temel ilkeler kabul ve ilan edilmistir. Tanzimat Fermani'nin tam metni söyledir ;

    Herkesin bildigi gibi, devletimizde, kurulusundan beri Kuran'in yüce hükümlerine ve seriat yasalarina tam uyuldugundan, ülkemizin gücü ve bütün tab'asinin refah ve mutlulugu en yüksek noktaya çikmisti. Ancak, yüz elli yil var ki, birbirlerini izleyen karisikliklar ve çesitli nedenlerle seriata ve yüce yasalara uyulmadigindan evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayiflik ve fakirlige dönüstü. Oysa, seriat yasalari iel yönetilmeyen bir ülkenin varligini sürdürebilmesinin imkansizligi açik seçik ortadadir.

    Tahta geçtigimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarimiz, hep ülkenin kalkinmasi, ahalimiz ve fakirlemizin refahi amacina yönelik oldu. Eger, yüce devletimize dahil ülkelerin cografi konumu, verimli topraklari ve halkinin yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girisimler yapilirsa, yüce Tanri'nin yardimi ile, bes-on yilda kalkinabilecegimiz söz götürmez.

    Ulu Tanri'nin yardimina ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine siginarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazi yeni yasalar çikarilmasi gerekli görüldü.

    Söz konusu yasalarin basinda can güvenligi; irk, namus ve malin korunmasi; vergi toplanmasi; halkin askere alinip silah altinda tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Söyle ki; Dünyada can, irz ve namustan daha kiymetli birsey yoktur. Bir insan bunlari tehlikede görünce, yaradilistan kötü olmasa bile, canini ve namusunu korumak için olmadik çarelere basvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar verecegi açiktir. Buna karsilik, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve dogruluktan ayrilmaz, isi ve gücü ile devletine ve milletine yararli olur.

    Mal güvenliginin olmadigi yerde ise kimse devlet ve ulusuna isinamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yasar. Buna karsilik, malindan, mülkünden emin olmadigi zaman hep kendi isi ve isinin genisletilmesi ile ugrasir. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.

    Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtir. Bu, para ile olur. Para, tab'adan toplanacak vergiler ile olustugundan bunun en iyi sekilde toplanmasi gerekir.

    Evvelce gelir sanilmis olan "yed'i vahit" belasindan ülkemiz hamdolsun, kurtulmussa da yikici bir yöntem olup hiçbir zaman yararli sonuç dogurmamis olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi islerini ve mali konularini bir adamin keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan degilse hep kendi çikarina bakar, bütün davranislarinda kötülüge, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarinin her biri için, malina ve gelirine göre bir verginin saptanmasi ve kimseden bundan fazla birsey alinmamasi gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masraflari ile öbür masraflari yasalarla belirlenip sinirlandirilmali ve uygulama ona göre yapilmalidir.

    Askerlik de, yukarida belirtildigi gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunmasi için asker vermek halkin baslica borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakilmaksizin, simdiye kadar yapildigi gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alinmasi hem düzesizlige; hem tarim, ticaret ve bayindirlik iserinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bikkinliga; hem de nüfusun azalmasina yol açar. Bu nedenle, her memlektten alinacak asker miktari için uygun yöntem konulmali ve dört veya bes yil hizmet için sira ussulü getirilmelidir. Bunlar yapilmadikça devletin kuvvetlenip gelismesi, huzur ve asayisin saglanmasi mümkün olmaz. Bütün bunlarin dayanagi yukarida açiklanan hususlardir.

    Bu nedenle, bundan böyle suç isleyenlerin durumlari seriat yasalari geregince açikca incelenip bir karara baglanmadikça kimse hakkinda, açik veya gizli, idam ve zehirleme islemi uygulanmayacaktir. Hiç kimse, baskasinin irz ve namusuna saldirmayacaktir. Herkes malina, mülküne tam sahip olacak, bunlari diledigi gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine ugramayacaktir. Birinin suçlulugunun saptanmasi halinde mirasçilarin o isle ilgileri bulunmayacagindan suçlunun mallari elinden alinip varisleri miras hakkindan yoksun birakilmayacaklardir.

    Yüce devletimizin tab'asi Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardir. Can, irz, namus ve mal konularinda, ülkemizin tüm halkina seriat yasalari geregince garanti verilmistir. Öbür konularda da oybirligi ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-i Adliye üyeleri gerektikçe artirilacaktir. Yüce devletimizin bakanlari ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüslerini çekinmeden açikça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenligine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazirlanacaktir.

    Askerlikle ilgili konular Bab-i Seraskeri Dar-i Surasi'nda görüsülüp karara baglandiktan sonra sonsuza dek uygulanmalari için tasdik edilmek üzere tarafima gönderilecektir. Söz konusu yasalar sirf din, devlet, ülke ve ulusu kalkindirmak amaci ile çikarilacaklardindan bunlara tam uyacagimiza yemin ederiz. Bu konuda, Hirka-i Serife odasinda, tüm din adamlari ile bakanlarin hazir bulunacaklari bir sirada yemin edecektir.

    Din adami ve vezirlerden yasalara aykiri hareket edenlerin, kanitlanacak suçlarina göre, rütbelerine ve hatir ve gönüle bakilmaksizin cezalandirilmalari için özel ceza yasasi çikarilacaktir.

    Memurlara yeterli maas baglanmis olup, henüz baglanmis olanlarinkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, seriata aykiri olan ve ülkenin gerilemesinde basrolü oynayan rüsvet belasi güçlü bir yasa ile ortadan kaldirilmis olacaktir.

    Bütün bu sayilan hususlar eski hükümlerin tümden degistirilmesi demek olacagindan isbu fermanimiz Istanbul halkina ve ülkemiz halkina duyurulacaktir. Bundan baska, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasina tanik olmalari için fermanimiz, Istanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.

    Tanri hepimizi basarili kilsin; yasalara uymayanlar Tanri'nin lanetine ugrasin ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  2. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Sultan II. Mahmud tahta çiktigi günden beri yeniçeri ocagini ortadan kaldirmak, yerine modern bir ordu teskilati kurmak için uygun ortam bekliyor ve engel çikarmasi muhtemel kurum veya kisileri denetim altinda tutarak hazirlaniyordu. Amcasi III. Selim'in kurdugu Nizam-i Cedid, hep ayni engele, yeniçeri ocagi engeline çarpmis ve tam bir reform saglanamamisti.
    Kapikulu ocaginin, yani maasli askerlerin asil kitlesini olusturan yeniçerilerin üç saltanat dönemi sirasinda gösterdikleri disiplinsizlik, alçaklik ve küstahlik yüzünden Kirim, Basarabya, Bogdan ve Eflak Ruslar'a kaptirilmisti. Ayaklanan Rumlar'i da onlar degil ancak Misir'dan gelen Ibrahim Pasa'nin modern askerî birligi sindirmisti. Ama Rumlar bütün Avrupa'dan destek görerek mücadeleyi sürdürüyordu. Yeniçerilerle isyani bastirmak mümkün olamayacakti.

    Sultan II. Mahmud ordudaki yeniligi bu defa bir "Eskinci Ocagi" kurarak baslatti. Eskinci ocagi genel anlami ile savasa katilan vurucu sipahi gücünü olusturuyordu. Yeni ocakta bunlar modern egitim görecek ve zaman içinde bütün ordu yeni sisteme baglanacakti. 25 Mayis 1825'te ve yeniçeri ocagi disinda kurulan bu muallem (talimli) eskinci sinifina ilk safhada 7.650 asker alindi. Yeniçeri ocagini kuskulandirmamak ve tepkilerini yatistirmak için, bunlarin yeniçeri ortalarindaki gönüllülerden olusturulacagi söylendi. Padisah, yeniçeri ocaginin basina, güvendigi ve samimi olarak yenilik taraftari kumandanlarini getirmisti. Zaten, basta seyhülislam olmak üzere ulema da yenilik taraftariydi ve onlarla birlikte yeniçerilerden yaka silkiyordu.

    Eskinci ocagi modern sekliyle yeniden kurulduktan sonra 11 Haziran 1826'da Sadrazam Mehmed Pasa ile diger erkânin ve ocagin ileri gelenlerinin katildigi bir kurulda, 46 maddelik bir lâyiha okunup kabul edildi. Bununla, yeni ocagin kurulus sebepleri ve statüsü açiklanmis oluyordu.

    Yeniçerilerin ayaklanmasi gecikmedi. 14 Haziran 1826 gecesi Etmeydani'nda toplanmaya basladilar. Sabaha kadar binlercesi bir araya gelmisti, önce, yenilik taraftari ve padisahin güvendigi bir kumandan olan agalari Celaleddin Aga'yi öldürmek için onun sarayini bastilar. Celaleddin Aga o gün onu epeyce yoran islerden sonra uyumak için rahatsiz edilmeyecegi gizli bir odaya çekilmisti. Asiler onu bulamadilar. Camlari, kapilari ve esyalari kirip dökerek oradan ayrildilar. Celaleddin Aga kurtulmustu. Kimseye görünmeden sultanin huzuruna çikti ve isyanin basladigini bildirdi.

    Kisa zamanda devlet büyükleri de duydu ayaklanmayi. Padisah Besiktas'taki sarayindan saltanat kayigina binerek Topkapi'ya hareket etti. Sadrazama ve seyhülislama haber göndererek onlari saraya çagirmisti. Sadrazam da, kuvvetleriyle sehrin disinda bekleyen Anadolu ve Rumeli muhafizlarina sehre girmelerini emretti.

    Devlet erkâni sarayin genis bir salonunda padisahi bekliyordu. Çok beklemediler. Padisah kilicini kusanmis bir halde kapida görününce heyecanla ayaga firlayip el bagladilar.

    Sultan Mahmud hemen konuya geçerek onlara söyle hitap etti:

    "- Tahta çiktigim günden beri kanun, seriat ve ananeden ayrilmadim. Böyle hareket etmek benim vazifemdi. Bana Cenab-i Hakk'in emaneti olan milletimi ve tebami siyanet zimninda ne kadar gayret eyledigim herkesin malûmudur. Yine bilirsiniz ki onsekiz yillik saltanatimda yeniçeriler defalarca isyan ve tugyan ettiler. En uysal sabirlari bile asan hareketlerine, eskiyaliklarina tahammül gösterdimse, bu, kan dökülmesinden çekindigim içindi. Onlara bu kadar ihsan ettim, müsamaha gösterdim, Ihsanlarima garkolan ocak, yeni askerin yazilmasina riza gösterdigi halde yine ayaklandi. Devletin bekasi için sart olan bu yeni orduya karsi harekete geçti. Sözlerini yine tutmadilar, yeminlerini bozdular. Bu yaptiktan huruç alessultan (sultana karsi ayaklanma) degil midir? Mesru hükümdarlarina karsi ihtilâl eden bu taifeye ne yapmak gerektir? Bu hainlerin cezalandirilmasi için göze alamayacagim tedbir yoktur. Kitalden de katliamdan da çekinmem. Siz ne dersiniz?.."

    Ulema cevâp verdi:

    "- Seriat âsilere karsi savasilmasini ister. Kur'an-i Kerim söyle den Eger adaletsiz ve merhametsiz insanlar kardeslerine saldirirlarsa, bunlara karsi mücadele edin ve onlari ilâhî Kadi'ya gönderin!".

    Bir iki kisi de ihtiyatli hareket edilmesini tavsiye etmisti. O zaman müderrislerden Abdurrahman Efendi hiddet ve heyecanla söyle dedi:

    ''- BU devletin devam ve bekasi takdir-i ilâhî ise, isyan eden habisleri vurur, mahvederiz, degilse, biz de bu devletle beraber gideriz. Baska bir ihtimal kaldi mi?".

    Abdurrahman Efendi sözünü bitirirken elindeki tespihi masanin üzerine siddetle vurmus, tespih kopmus ve kehribar taneleri mermer zemin üzerine dagilmisti. Herkes heyecan, rikkat ve kararlilik içindeydi. Aglayanlar da vardi. Padisahin gözleri de yasarmisti.

    Salondakiler padisahtan Sancak-i Serifi çikarmasini rica ettikten sonra, âsilerin üzerine yürümeye baslayacaklari sirada, padisah: "Ben de gerçek müminlerle birlikte savasmaya ve bana isyan eden hainleri cezalandirmaya gidecegim" dedi Fakat yanindakiler yalvardilar: "Padisahimizin bir avuç serseri âsinin önüne çikarak yüce varligini tehlikeye sokmasi dogru degildir. Sancak-i Serif çikarilsin, devletin selameti için dualarini esirgemesin, bu bize yeter" dediler.

    Padisah israrlar karsisinda kararindan caydi. Yanindakilerle birlikte Hirka-i Serif dairesine giderek Sancak-i Serifi kendi eliyle çikarip seyhülislam ve sadrazama vererek:

    ''Iste Sancak-i Serif, Sultanahmet meydanina dikilsin!" dedi.

    Tellallar ve mübasirler, kendilerini âsilere belli etmeden karari halka duyurdular. Kisa zamanda sarayin önünde büyük bir kalabalik toplanmisti Müderris Ahiskali Ahmed Efendi sancak altinda toplananlari costuran bir konusma yapti Silahi olmayanlara sarayin cephaneliginden çikarilan kiliçlar, barut ve kursunlar dagitildi. 3500 kadar Enderun ögrencisi de oradaydi ve bunlar "yenmek veya ölmek!" diye bagiriyorlardi.

    Hemen hemen bütün Istanbullular Sancak-i Serif altinda yeniçerilere karsi toplanmisti. Aralarinda kadinlar da vardi ve bu Osmanli tarihinde ilk defa görülüyordu.

    Yeniçeri ocagi disinda bütün ocaklar padisaha bagliliklarini bildirdiler. Bu askerlere (Yeniçeri ocagindan olmayan askerlere) padisahin sadik pasalari kumanda ediyordu. Tophaneden çikarilan bataryalarin basinda topçu yüzbasisi Karacehennem Ibrahim Aga vardi Izzet Pasa ile Aga Hüseyin Pasa da, muazzam sivil kalabaligi peslerine takarak Etmeydani'na girdiler.

    Yeniçeriler Etmeydani'ndaki kislalarinin kapisini kapamis, büyük ve güçlü bir kale haline dönüstürdükleri binanin iç kismina çekilmislerdi. Buradan disariya kursun yagdiriyor ve agiza alinmayacak küfürler savuruyorlardi. Simdiye kadar o ocaga, o kislaya yeniçerilerin izni olmadan kimse girememis, girenler sag çikmamis ve yeniçeriler her zaman isteklerini kabul ettirmislerdi.

    Hüseyin Pasa kapiya iyice yaklasarak yeniçerilere teslim olmalarini, padisahin nedamet getirecek olanlari bagislayacagini bildirdi. Böyle bir anlasma teklifini belki halk da isterdi. Fakat içeriden cevap olarak küfürden baska bir sey duyulmadi. Bunun üzerine top atislariyla kapilar parçalandi. Bundan sonra Hüseyin Pasa. içerdekiler duyacak kadar sesini yükselterek topçulara: "Ates etmeyin, bekledigimiz barut gelmedi" dedi. Bunu duyan yeniçeriler kapinin arkasinda korkusuzca toplanarak küfürlerine devam ettiler.Fakat bu bir savas hilesiydi. Hüseyin Pasa hemen topçulara döndü ve 'ates!' emrini verdi Az sonra da Karacehennem Ibrahim Aga, topugundan Kursunla yaralanmis olmasina ragmen askerlerinin basinda kisladan içeri daldi.

    Aksama dogru yeniçeri direnisi tamamen kirilmis, 6000'i öldürülmüstü. Ertesi gün istanbul'un çesitli semtlerine dagilan 20 bin kadar yeniçeri ve onlarla birlik olan kabadayi yakalandi, hapis ve sürgün cezalarina çarptirildi. Artik yeniçeriler ve yeniçeri ocagi yoktu (15 Haziran 1826).

    Yeniçeri ocaginin kaldirilmasi Osmanli tarihinin dönüm noktalarindan biridir. Yenilesme hareketinin en önemli adimi sayilir. Bu olay tarihimizde "Vak'a-i Hayriye=Hayirli olay" diye anilir.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  3. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Abdullah Cevdet 1869 yilinda Arapkir'de dogdu. Arapkirli tabur imami Haci Ömer Efendi'nin ogludur. Elazig Askeri Ortaokulu'ndan ve Kuleli Askeri Lisesinden mezun olduktan sonra, Askeri Tibbiyeyi bitirdi (1888-1894). Okul siralarinda edebiyata merak saran Abdullah Cevdet, Abdülhak Hamid'in istegine uyarak siirlerini kitap haline getirdi. "Hiç" (1890), "Türbe-i Masumiyet" (1890), "Tulüat" (1891), "Masumiyet" (1896), ilk mensur eseri "Ramazan Bahçeleri" (1891) ve ilk düsünce eserleri "Dimag" (1890), "Fizyolacya-i Tefekkür" (1892) hep bu dönemde yayimlandi. "Ömer Cevdet" adiyla yayimladigi bu ilk eserlerinde özellikle Namik Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid ve Halit Ziya'nin etkileri sezilir. 1894'ten sonra Ittihatçi gençlerin, özellikle Ittihat ve Terakki kurucularindan olan yakin arkadasi Ibrahim Temo'nun etkisiyle, siyasi sorunlara egildi. Ittihatçilarin faaliyetlerine katildi. Tehlikeli olmaya basladigi anlasilinca, 1895'te tutuklanarak Istanbul'dan uzaklastirilmak amaciyla, Trablusgarp Merkez Hastanesi'nin göz hekimligine getirildi. Fakat Cemiyet adina çalismalarina orada da devam etti. Fizan'a sürülecegini anlayinca, önce Tunus'a kaçti, oradan Fransa'ya geçti (1897). Daha sonra da Cenevre'ye yerleserek, Tunali Hilmi ve Mehmet Resit'in orada kurduklari Osmanli Itilaf Firkasina katildi. Ishak Sukuti ile birlikte dernegin yayin organi olan Osmanli Gazetesini çikardi. Cenevre'de iken "Fünun ve Felsefe" (1897), "Kahriyat" gibi siir kitaplarini yayimladi.

    Weber'den "Asirlarin Panoramasi"ni, Gustave Le Bon'dan "Asrimizin Hususu Felsefiyesi"ni ve Hayyam'in "Rubaiyat"ini çevirdi. "Mevlana'nin Divanindan Seçmeler"i yayimladi. Cumhuriyet devrinde de bu tür çalismalarini sürdürdü. Özellikle Gustave Le Bon'un eserlerini dilimize aktardi; "Dün ve Yarin" (1921), "Ilm-i Ruh-i Içtimai" (1924), "Ameli Ruhiyat" (1931). Abdullah Cevdet, II. Mesrutiyet'ten sonra gelisen batililasma akiminin baslica temsilcilerinden biriydi. Abdullah Cevdet 1932 yilinda Istanbul'da öldü.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  4. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Son Halife Abdülmecid Efendi 1868 yilinda Istanbul'da dogdu. Sultan Abdülaziz'in ve Hayrandil Kadinin oglu Abdülmecid Efendi, Sultan Abdülhamid döneminde sarayda kapali ve kontrol altinda yasadigi için güçlü bir ögrenim göremedi. Ancak resime merakliydi ve oldukça basarili tablolari vardi. Mesrutiyet döneminde bunlar sergilenirdi. Mehmet Vahidettin 1918'de tahta geçince, Abdülmecid veliaht ilan edildi. 1 Kasim 1922'de saltanat kaldirilinca da Abdülmecid, 18 Kasim 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Halife seçildi. Bu görev, Cumhuriyet'in ilkeleriyle bagdasamayacagindan, TBMM 3 Mart 1924'te Halifeligin de kaldirilmasina ve Osmanli hanedaninin Türkiye sinirlari disina çikarilmasina karar verdi. 1944 yilinda Pariste ölen Abdülmecid Efendi'nin kemikleri 1954'te Medine'ye nakledilerek Haremi Serif'e gömüldü.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  5. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Osmanli Devleti'nin kurulusunda büyük hizmetleri geçen mücâhid kumandan; Ertugrul Gâzi'nin silâh arkadasi ve Aydos kalesi fâtihi. Dogum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1329 (H.730) târihinde vefat etti. Kabr-i serifinin, Eskisehir yakininda kendi adiyla anilan köyde oldugu rivayet edilmektedir.

    Abdurrahmân Gazi, cihâd hizmetini yâni Allah ü teâlânin dîninin yayilmasi ve O'nun kullarina duyurulmasi vazifesini, Osman Gazi ve oglu Orhan Gazi devirlerinde de devam ettirdi. Târihe altin harflerle geçen bir çok kalenin fethine ve meydan muharebelerine istirak etti. Osman ve oglu Orhan gazilerin gözü yerindeki kumandanlarindan ve silâh arkadaslarindan idi. Osman Gazi vefatindan önce, Abdurrahmân Gazi ve diger mücâhid silâh arkadaslarini oglu Orhan Gâzi'nin hizmetine verdi. Çavdar tatarinin Karacahisar pazarini basmasi üzerine Lefke'ye (Osmaneli) yaptigi gazadan dönen Osman Gazi, oglu Orhan'a; "Ogul! Her ne kadar bu tatarlari yemin verdirip gönderdi isek de, bunlar söz tutmaz bir topluluktur. Bu defa var sen gaza et! Hak teâlânin zafer vermesi ümîd olunur" diyerek onu cihâda gönderdi. Yanindaki mücâhid kumandanlarindan Akça Koca, Konur Alb, Abdurrahmân Gazi ve Köse Mihâil'e hitaben de; "Gaziler, silâh arkadaslarim! Göreyim sizi. Din yolunda nasil davranirsiniz?" buyurdu. Abdurrahmân ve diger mücâhid gaziler, sonradan üç kit'a ve yedi iklimde hükmeden Osmanli Devleti'nin temelini attilar. Akça Koca, Samsa Çavus ve Konur Alb; Akyazi, iznik ve izmit ile mesgul olurken; Abdurrahmân Gazi de, istanbul tarafindaki hisarlara akinlar yaparak Bizanslilari saskina çevirdi, Istanbul'dan mücâhidlere gelecek saldirilari önledi. Zîrâ Bizans tekfuru, seçme askerlerini gazilere karsi gönderiyordu. Abdurrahmân Gazi, bu seçme Bizans kuvvetlerini, düzenledigi akinlarla zayi edip (kirip), geri çekilmelerini sagladi. Gaziler geceleri uyumazlar, gündüzleri at sirtindan inmezlerdi. Buralari müslüman topraklari yapmak azmiyle, kanlarini, canlarini feda edip hayirla yâd edilmek için çalistilar.

    Iznik'e yakin bulunan Kara Tekin'e yerlesen Samsa Çavus, zaman zaman Iznik'e akinlar ve baskinlar yaparak kale çevresinde sik sik görünmekte idi. iznik tekfuru bu baskinlardan yakinarak Bizans imparatorundan yardim istedi, Istanbul'dan toplanan Bizans kuvvetleri gemilerle Yalakova (Yalova)'ya çikarildi. Bunu haber alan Abdurrahmân Gazi, bunlara baskin yaparak çogunu kiliçtan geçirdi. Sag kalanlar da bin bir zorlukla gemilere binip Istanbul'a döndüler.

    Abdurrahmân Gazi, Bursa fethedilinceye kadar, Bizans sinirinda uç beyi olarak hizmet gördü ve Akça Koca ile istisâreli olarak gaza ve fetihlerini sürdürdü.

    Orhan Gâzi'nin silâh arkadaslari kuzeyde Karadeniz, güneyde Izmit körfezi ve batida Istanbul Bogazi ile hudûdlanmis olan yarim adaya girmekte gecikmediler. Akçakoca, Konur Alb ve Abdurrahmân Gâzi'nin akinlari durmadan devam etti. Nihayet bogaziçi sahillerine kadar ulastilar. Konur Alb, Akyazi ile Sakarya' nin iki tarafindaki kaleleri Rumlarin elinden aldi. Akçakoca da; Ermenipazari, Ayan Gölü (Sapanca Gölü), Kandira kalelerini ve daha sonra da kuvvetlerini birlestirip Samandra'yi fethettiler. Samandra'nin fethinden sonra, 1326 (H.726) senesinde o mintikaya, fâtihinin adina izafeten Kocaeli denildi. Sakarya'nin kuzey-dogusundaki havaliye de Konur Alb'in ismine izafeten Konrapa denildi.

    Aydos kalesi, Aydos daginin dogu tarafinda insâ edilmis bir kale olup, Konur Alb ile Abdurrahmân Gazi tarafindan fethedilmistir.

    Abdurrahmân Gâzi'nin ismi söylendikte akla, Aydos kalesi; Aydos kalesi denince de Abdurrahmân Gazi gelir. Bu kale feth edilirken vuku bulan kale kumandaninin kizi ile Abdurrahmân Gâzi'nin macerasi gerek Rum ve gerekse Türklerin hafizalarinda silinmez izler birakmistir.

    Abdurrahmân Gazi, Izmit'in fethinde de büyük hizmetlerde bulundu. Samandra tekfurunun fidyesi bahanesiyle Izmit'e gitti. Kaleyi inceleyen ve çevreyi taniyan Abdurrahmân Gazi, geldiginde Izmit'in nasil alinabilecegini Orhan Gâzi'ye bildirince, Pâdisâh da onu orduya rehber ve öncü tâyin etti.

    Mücâhidlerin tedbir, gayret ve îmânlari neticesinde küfrün en büyük kalelerinden Izmit de fethedilmis, çan sesi yerine burçlarda ezân-i Muhammedi okunmaya baslanmis oldu. ömrü, muharebe meydanlarinda, islâmiyet'e hizmetle geçen Abdurrahmân Gazi, 1329 yilinda vefat etti.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  6. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Tanzîmât döneminde bati te'sirlerini Türk siirine sokan sâir, tiyatro yazari ve diplomat. 5 Subat 1851' de istanbul'da dogdu. Babasi, dedesi ve soyu, ilim âleminde isim yapmis sahsiyetlerdi. Dedesi Abdülhak Molla hekim olup, ikinci Mahmûd ve Abdülmecîd hanlarin hekimligini yapmis, siir ve târihle ugrasmisti. Babasi Hayrullah Efendi, meshur bir tarihçi ve diplomat idi.

    Abdülhak Hâmid, ilk tahsiline Evliya Hoca, Behâeddîn Efendi ve Hoca Tahsin Efendi gibi özel hocalarin huzurunda basladi, özellikle Hoca Tahsin Efendi'nin Abdülhak Hâmid üzerinde etkisi büyüktür. Daha sonra Bebek Kösk kapisindaki mahalle mektebi ile Rumelihisari Rüsdiyesi'ne kisa süre devam etti. Ailesi tarafindan Paris'te egitim yapmasi uygun görülünce, agabeyi Nasûhî Bey ile 1863 Agustos' unda Paris'e gitti. Orada Hortus College adli bir özel okula basladi. Kisa zamanda Fransizca'sini ilerletti. 1,5 sene tahsilden sonra, yanlarina gelen babasi ile istanbul'a döndü, istanbul'da Fransiz mektebine basladi ve Fransizca'sini ilerletmek için Bâb-i âlîde tercüme odasina girdi. On dört yaslarinda, Tahran büyük elçiligine tâyin edilen babasiyla birlikte Iran'a gitti ve Farsça dersler aldi. Babasinin 1867' de vefati üzerine Istanbul'a döndü.

    Dönüs sonunda, sira ile Mâliye mektubî ve sadâret kalemlerinde vazife yapan Abdülhak Hâmid, buralarda Ebüzziyâ Tevfik ve Recâizâde Mahmûd Ekrem'le tanisti. Sami Pasa'dan Hâfiz Divâni'ni okudu. Bu arada Tahran hâtiralarina yer veren Mâcerâ-i Ask adli ilk eserini yazdi ve meshur mersiyesi Makber'i, ölümüne yazdigi Fatma hanimla evlendi. 1876 senesinde hâriciye meslegini seçen Abdülhak Hâmid, Paris sefareti ikinci kâtibligine tâyin edilerek iki buçuk sene bu vazifede kaldi. Paris'te iken Fransiz edebiyatini yakindan tanimak firsatini buldu. Dönüsünde bir süre açikta kaldi ise de; 1881'de Poti. 1882'de Golos, bir sene sonra da, Bombay bassehbenderliklerine tâyin edildi. Bombay'da üç sene kaldi. Esi Fatma hanimin rahatsizliginin artmasi üzerine, istanbul'a dönmek için yola çikti. Fatma hanim Beyrut'ta vefat etti.

    Abdülhak Hâmid, Bombay dönüsünde Londra elçiligi baskâtipligine atandi ise de; manzum olarak yazdigi Zeynep piyesi yüzünden vazifeden alindi. Bir süre bosta gezdikten sonra tekrar Londra'daki eski görevine gönderildi. Bu gidisinde Ingiliz olan Nelly hanim ile evlendi. 1895 senesinde Lahey büyükelçiligine, iki sene sonra da Londra elçiligi müstesarligina tâyin edildi. Haniminin rahatsizlanmasi üzerine, 1900'da Istanbul'a dönen Abdülhak Hâmid, 1906'ya kadar istanbul'da kaldi. 1906'da Brüksel büyükelçiligine atandi. 1911'de hanimi Nelly'in ölümü üzerine Belçikali Lüsyen hanim ile evlendi. Balkan savaslari sirasinda kabîne tarafindan azledilerek, Istanbul'a döndü. Meârif nezâreti teklif edildi ise de kabul etmedi. Bir süre açikta kaldiktan sonra ayan üyeliginde bulundu. Mütâreke yillarinda Viyana'ya gitti. Burada sikintili günler geçirdi. Cumhuriyetin îlânindan sonra anavatana döndü. 1928 senesinde Istanbul milletvekili seçildi ve ölünceye kadar meb'ûs kaldi. Kendisine vatana üstün hizmet fonundan maas baglandi. Aynca, belediye de, dayali döseli bir apartman dâiresi verdi. Hayâtinin son yillarinda kendisini çekemeyenlerin; "Putlari devirelim" seklindeki saldirilarina mâruz kaldi. 12 Nisan 1937'de Istanbul'da öldü. Mezari Zincirlikuyu' dadir.

    Abdülhak Hâmid, Tanzimat sonrasi bütün edebî ve siyâsî devirleri yasamis bir sâirdir. Tanzîmâti, mesrûtiyetleri ve cumhuriyeti gördü. Böylece; Tanzimat, Servet-i Fünûn, Edebiyât-i Cedide, Millî Edebiyat ve Cumhuriyet devri edebiyatlarini yakindan tanidi. Ayrica uzun seneler doguda ve batida diplomat olarak bulunmasi her iki edebiyati tanimasina sebeb oldu. Bu sebeble Türk siirine batidan yeni konular, serbest düsünce ve sekiller getirmistir. Ilk baslarda Tanzîmât ekolünün te'sirinde kalmis, batiyi tanidiktan sonra; klasik edebiyattan ayrilarak bati teknigi ile eser vermistir. Edebiyatimizin yeni bir çehre kazanmasinda Recâizâde Ekrem daha çok teorik yönünü islerken, Hâmid yazdiklariyla bu isi uygulamistir. Eserlerinde bati edebiyatindan bilhassa Shakespeare ve Victor Hugo'nun te' sirleri açikça görülür. Siirleri genellikle romantik ve felsefî düsünceler, ölüm duygulari ve insan kaderi hakkindadir. Bati yazarlarindan etkilenerek yazdigi dramlar ile Türk tiyatrosuna felsefî düsünceyi sokmustur. Kendisine son zamanlarda Sâir-i âzam (en büyük sâir) unvani verilmistir.

    Abdülhak Hâmid'in eserleri iki grupta toplanmaktadir. Siirleri: Makber (1885), ***** (1885), Bâlâ'dan Bir Ses (1911), Validem (1913), Yâdigar-i Harb (1913), Ilham-i Vatan (1918), Tayflar Geçidi (1919), Garam (1919), Yabanci Dostlar (1924).

    Tiyatrolari: Hâmid'in tiyatro lari mensur ve manzum olmak üzere iki kisimdir. Mensur tiyatrolari: Mâcerâyi Ask (1873), Sabr ü Sebat (1875), Içli Kiz (1875), Duhter-i Hindu (1876), Târik yahut Endülüs'ün Fethi (1879), Ibn-i Musa (1880), Finten (1898). Manzum tiyatrolari; Nesteren (1878), Tezer (1880), Esber (1880), Sardanapal (1908), liberte (1913).
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  7. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    1700 yilinda Girit'te dogan Ahmed Resmi Efendi, Osmanli Devlet adami ve tarihçisidir. Istanbul'daki Reisülküttablardan Tavukçubasi'nin damadi Mustafa Efendi'nin yaninda yetisti ve daha sonra onun damadi oldu.

    Devlet hizmetine girerek bazi görevlerde bulunan Ahmed Resmi Efendi, Sadrazam Ragib Mehmed Pasa tarafindan, Sultan Üçüncü Mustafa'nin tahta geçisini bildirmek üzere Sikk-i sani defterdarligi payesi ile elçi olarak Avusturya'ya gönderildi. Çesitli elçiliklerde bulunmaya devam eden Ahmed Resmi Efendi cavusbasi, madbah, tersane emini, rüznamçeci oldu. Avrupa'yi yakindan taniyan Ahmed Resmi Efendi, 1771 yilinda sadaret kethüdaligina getirildi.

    Küçük Kaynarca Antlasmasi görüsmelerine de katilan Ahmed Resmi Efendi, 31 Agustos 1783 tarihinde vefat etti. Üsküdar'da Karacaahmed mezarligina defnedildi.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  8. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Ittihâd ve Terakkî cemiyetinin ve Jön Türkler hareketinin ileri gelenlerinden. Birinci Mesrûtiyet' in Ayan meclisi âzasindan olan ve Konya'nin Ilgin kazasinda sürgünde ölen, ingilizce bildigi ve Kirim harbinde Ingilizlerle yakindan ilgilendigi için ingiliz Ali Bey diye meshur bir zâtin ogludur. Annesi ise. Avusturyali bir kadindir. 1859 yilinda Istanbul'da dogdu, 1930 yilinda yine burada öldü.

    Ahmed Rizâ, ailesinden Avrupâî bir egitim gördü. Galatasaray lisesini bitirdikten sonra Fransa' ya gitti ve zirâat tahsili yaparak Türkiye'ye döndü. Bursa maârif müdürlügü vazifesine tâyin edildi. Bu sirada Ibrahim Temo, Abdullah Cevdet gibi kisilerin tibbiye talebesi iken gizlice kurduklari, daha sonra Ittihâd ve Terakkî cemiyeti adini alan Ittihâd-i Osmânî cemiyetine üye oldu. 1884'de merkezi Paris'te olan Societe des Positivistes'e (Pozitivistler birligine) üye olarak, onlarin fikir ve görüslerini yeni Türk fikir hareketinin parolasi hâline getirmeye çalisti. 1889'da Fransa ihtilâlinin yüzüncü yil dönümü sebebiyle Paris'te açilan meshur sergiyi gezmek bahanesiyle Avrupa'ya gitti. Yurda dönmeyerek Jön Türkler hareketinin basina geçti. Hayrani oldugu Fransiz filozofu Auguste Komte' un "Pozitif bilimden baska bilim yoktur, insanliga, hiç bir insan üstü varliga dayanmayan ve insan sevgisinden dogan yeni bir insanlik dîni gereklidir. Bu din pozitif (müsbet) sebeblerin üzerine kurulmali, teolojiye (dînî ilimlere) oldugu kadar metafizige (akil üstü) de sirt çevirmemelidir. insanlik dîni nereden geldigimizi ve nereye gidecegimizi düsünmeden, kisa hayâtimizi daha yasanilir bir hâle (pozitif hâle) koyacaktir. Bu ise birbirimizi sevmekle, birbirimiz için yasamakla gerçeklesecektir, Insanligi, bir insani sevdiginiz gibi seviniz" diyerek peygamberleri ve vahyi inkâr eden, Islâm kardesligini ve Islâmiyet'in cihâd emrini yok sayan felsefî fikirlerini yaymaya çalisti. Avrupa'deki teskîlâtin adini, Auguste Komte'un pozitivist felsefesinin parolasi olan "Nizâm ve Terakkî" koymak istedi.

    Macera arayan veya herhangi bir sebeble menfaat yüzünden, ikinci Abdülhamîd Han'in idaresine, "Kahrolsun Istibdâd" diyerek, Ingilizlerin ve Fransizlarin tesvik ve destegiyle Osmanli Devleti ve Islâmiyet aleyhinde faaliyetler gösteren Jön Türkler, bu ismi kabul etmeyip, Istanbul'daki Ittihâd-i Osmânî cemiyetinin ittihâd'inin da bu cemiyetin isminde yer almasini istediler. Böylece Istanbul'dakilerin ittihâd'i ile Ahmed Rizâ'nin terakkî'si bir araya getirilerek Ittihâd ve Terakkî cemiyeti hâline geldi. Cemiyetin basina geçen Ahmed Rizâ, Paris'e tahsil için gönderilmis, fakat oraya yollanis gayelerini unutan ve kendilerine Jön Türkler adi verilenlerle birlikte Mesveret gazetesini çikarmaya basladi. Çesitli yollardan yurda gizlice sokulan bu gazeteyi bir ara Osmanli idâresinin Fransa hükümetiyle olan diplomatik görüsmeleri neticesinde Paris'te çikaramaz olunca, gazeteyi Cenevre'de nesr etmeye basladi. Orada da takibata ugrayinca Brüksel' de çikarmaya devam etti. Fakat Belçika hükümeti de Osmanli Devletiyle olan münâsebetleri sebebiyle gazetenin çikmasina mâni oldu. Ancak Belçika parlamenterlerinden M. Georges Lorand, gazetenin mes'ûl müdürlügünü üzerine aldi. Yikici ve bölücü fikirleri yaymaga devam etmesi sebebiyle Ahmed Rizâ Belçika'dan, 1897 senesinde sinir disi edildi. Sahsî geçimsizligi ve sâdece pozitivist fikirlere itibâr etmesi sebebiyle Jön Türkler arasinda bölünme oldu. Bir kismi Istanbul'a döndü. Ahmed Rizâ ise, Avrupa'deki grubun basinda kaldi, ikinci Mesrûtiyet'in ilân edilmesine kadar hayrani oldugu Auguste Komte'un pozitivist fikirlerini yaydi ve sultan ikinci Abdülhamîd Han aleyhindeki faaliyetlere devam etti.

    1908 yilinda ikinci Mesrûtiyet îlân edilince, Istanbul'a döndü, ittihâd ve Terakkî partisinin önemli kisileri arasinda ilk Meb' usan meclisine Istanbul'dan milletvekili seçildi ve Meb'ûsan meclisi baskani oldu. Bir müddet sonra Ayan meclisi üyeligine getirildi. Hareket ordusunun Istanbul'u isgali ve ikinci Abdülhamîd Han'in tahttan indirilmesinden sonra, Meb'ûsan meclisinin toplandigi Çiragan Sarayi'nda çikan bir yangin sebebiyle itibârini kaybetti, ittihâd ve Terakki partisi liderlerinden fikirce ayrilmis olan Ahmed Rizâ, Birinci cihan harbi sonunda pâdisâh Mehmed Vahideddîn Han tarafindan Ayan meclisi baskanligina getirildi. Mütâreke devrinin ilk günlerinde bâzi hareketleri sebebiyle Ayan meclisi baskanligindan uzaklastirildi. Tekrar Paris'e gitti, Istiklâl harbi sona erince Istanbul'a döndü, ömrünün son yillarini, kendi kösesinde hiç bir seye karismadan geçirdi. Baskalarini hor ve hakir gören, kibirli ve inadçi oldugu kadar geçimsiz bir kisilige de sâhib olan Ahmed Rizâ, 1930 yilinda Istanbul'da Sisli Etfâl Hastahânesi'nde öldü.

    Patri gazetesinin muhabirine; "Sarkta hiristiyanlar, müslümanlardan daha ziyâde magdur, mahkûm ve mazlumdur. Ben onlarin da müsavi (esit) haklara kavusmalari için çalisiyorum. Firka ise (Ittihâd ve Terakkî firkasi) bilakis müslümanlarin taassubunu tahrik ederek hiristiyanlari mahkûm birakmak istiyor" diyen Ahmed Rizâ, bir islâm düsmani oldugunu belirtmekten geri kalmamistir. Serâfeddfn Magmûmî'nin Hakîkat-i Hal isimli eserinde, "Ittihâd ve Terakki cemiyeti, ihtilâlden sonra dahi genis ölçüde mason ve yahûdî karakterini muhafaza etmistir. Bunun te'sirinin mühim bir netîce ve misâli olarak Meclis-i meb' usan reîsi Ahmed Rizâ Bey'in yemîn sirasinda, anayasanin koydugu "Allah" kelimesini kullanmayi reddettigini gösterebiliriz" diyerek, bu düsüncede olanlarin inançsizligini ortaya koymustur.

    Ahmed Rizâ, gayesini tahakkuk ettirmek için bâzi eserler yazmistir. Fransizca ve Türkçe olan bu eserlerden bâzilari:

    1- La Crise de L'Orient (1907), 2- Tolerence Musulmane (1897), 3- La Faillite Morale de la Politique Occidentale en Orient (1922), 4-Hâtirât, 5- Vazîfe ve Mes'ûliyet (Paris-1324), 6-Lâyihalar (Londra-1312).
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  9. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Osman Gazi'nin silah arkadaslarindan olan Akçakoca'nin, babasi Abdülmelik bin Abdülfettah'dir. Ailesi muhtemelen Anadolu Selçuklulari döneminde uç bölgelere yerlestirilmis bir Türkmen boyuna mensuptur. Akçakoca'nin da Asiret beyi oldugu ve Ertugrul Gazi'ye bagli bulundugu sanilmaktadir. Osman Gazi tarafindan, Orhan Gazi'nin emrinde Konuralp, Abdurrahman Gazi ve Köse Mihal gibi meshur beylerle Sakarya ve Izmit yöresine akinlar yapmakla görevlendirildi. Bu bölgedeki bazi kaleleri ele geçiren Akçakoca, Sapanca gölünün bati tarafindaki bir hisari kendine karargah yapmis ve Izmit yöresine akinlar düzenlemistir.

    1326 yilinda Kandira ve civarini zaptetti. Ayrica Konuralp ve Abdurrahman Gazi ile birlikte Kartal civarindaki Aydos'u, ardindan da Samandira hisarini fethetti. Samandira bölgesi kendisine mülk olarak verildi.

    Birkaç yil daha Izmit-Üsküdar arasindaki yerlere akinlarda bulunan Akçakoca, Izmit'in fethinden önce, 1328 yilinda Kandira yakinlarindaki bir tepede öldü ve buraya gömüldü. Ölümünden sonra, adamlari Karamürsel'in etrafinda toplandi. Uç beyligi yaptigi bölge ise önemi dolayisiyla Sehzade Murad'a (Sultan Murad Hüdavendigar) verildi.

    Fetihlerde bulundugu Izmit ve çevresine, sonradan Koca-ili denildi. Ayrica bugün Bolu iline bagli Akçakoca ilçesi de onun adini tasir. Haci Ilyas adinda bir oglu vardir. Torunu Fazlullah da önce kadi, sonra vezir olarak Osmanli Devleti'nde önemli görevlerde bulundu.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.
  10. SonKraLice

    SonKraLice Saygın Üye www.pembeoje.com

    Istanbul'un manevî fâtihi ve büyük velî, ismi Muhammed bin Hamza olup, lakabi Akseyh'dir. Evliyanin büyüklerinden Sihâbüddin Sühreverdi'nin neslinden olup, nesebi hazret-i Ebû Bekr-i Siddîk"a ulasir. Haci Bayram-i Velinin, ona; "Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd'den, insan cinsinin karanliklarini söküp atmakta güçlük çekmedim" demesi sebebiyle, Aksemseddîn lakabi verilmistir. Riyazet sebebiyle benzinin solmasi, sacinin-sakalinin agarmasi ve ak elbiseler giymesinden dolayi Aksemseddîn denildigi de rivayet edilmistir. 1390 senesinde Sam'da dogdu.

    Aksemseddîn, küçük yasta Kurân-i kerîmi ezberledi. Yedi yasinda babasi ile Anadolu'ya gelip, Amasya'nin Kavak nahiyesine yerlesti. Velî ve büyük bir âlim olan babasi vefat edince, tahsîline devam ederek genç yasta zamanin naklî ve aklî ilimlerini tahsil etti.

    Zeki ve kabiliyetli bir zât olan Aksemseddîn, akranlarindan daha üstün derecelere kavustu, Ilim tahsîlini tamamladiktan sonra, Osmancik'da müderris oldu. Günün belli saatlerinde ders veriyor, diger zamanlarinda nefsinin terbiyesi ile mesgul oluyor ve takva üzere bulunuyordu. Yüksek ahlâk sahibi idi. Bulundugu yerde hâllerini bilenler ona, zamanin büyük velîsi Haci Bayram-i Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Ankara'ya giderek Haci Bayram-i Velî ile görüstü ise de talebesi olamadi. 1436 senesinde meshur velî Seyh Zeynüddîn'e talebe olmak için Haleb'e giderken, yolculukta gördügü rüya üzerine Haci Bayram-i Velinin yanina gitmek üzere geri döndü. Ankara'ya varinca, tarlada bulunan Haci Bayram-i Veli nin yanina gitti ise de iltifat görmedi. Haci Bayram-i Velî, bir süre sonra talebeleriyle yemek yemege basladi. Aksemseddîn, yemek sirasinda, köpeklerin önüne konan yemekten yiyince, Haci Bayram-i Velî onun bu tevâzuuna dayanamayarak; "Köse! Kalbimize girdin, gel yanima" diyerek iltifatta bulundu. Aksemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfan meclisine verdi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerini ögrendi ve Haci Bayram-i Veliden icazet (diploma) aldi.

    Aksemseddîn, ayni zamanda tib ilminde de kendini yetistirdi. Bilhassa bulasici hastaliklar üzerinde çalisti. Bu konuda yaptigi arastirmalar sonunda; "Hastaliklarin insanlarda birer birer ortaya çiktigini sanmak yanlistir. Hastaliklar, insandan insana bulasmak suretiyle geçer. Bu bulasma, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canli tohumlar vâsitasi ile olur"' kanâatine vardi. Ayni zamanda hekim olan Aksemseddîn, bundan bes yüz sene önce mikrobun tarifini yapmis, her türlü hastaligi, gözle görülemeyecek kadar küçük canlilarin yaptigini, Pasteur'ün, teknik âletler sayesinde, Aksemseddîn'den dört asir sonra varabildigi neticeyi dünyâda ilk defa haber vermistir. Aksemseddîn, ayni zamanda ilk kanser arastirmacilarindandir. O devirde Seratan denilen bu hastalikla çok ugrasmis ve sadrâzam Çandarli Halîl Pasa'nin oglu kazasker Süleyman Çelebi'yi tedâvî etmistir. Ayrica hangi hastaliklarin, hangi otlardan hazirlanan ilâçlarla tedâvî edilecegini çok iyi bilirdi.

    Aksemseddîn, bir çok talebe yetistirmistir. Bunlar arasinda zahirî ve bâtini ilimleri bilen yedi oglu da vardi. Ogullari; Muhammed Sa'dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mîr'ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah'dir. Halîfeleri ise; Muhammed Fazlullah, Harizat-üs-Sâmî Misirlioglu, Abdurrahîm Karahisârî, Muslihuddîn Iskilîbî ve Ibrahim Tennûridir.

    Osmanli sultâni ikinci Murâd Han, Haci Bayram-i Velîyi son derece sever ve Edirne'ye geldiginde sik sik sohbetlerinde bulunurdu. Ona bir gün Istanbul'un fethi hakkinda soru sorunca, Bayram-i Velî; "Allahü teâlâ ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalniz, Istanbul'un alindigini ne sen ne de ben görebilecegiz" dedi. Sonra, bir kösede oynayan Sehzade Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapi esiginde bekleyen Aksemseddîn'i göstererek; "Ama su çocukla, bizim köse görürler" buyurdu. Sultan Mehmed Han, muhtesem ordusu ile Istanbul'u fethe çiktiginda, Aksemseddîn, Akbiyik Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Seyh Sinan gibi meshur âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katilmislardi. Orduya ayri bir sevk ve azim veriyorlardi. Aksemseddîn, fetih sirasinda Sultân'a gerekli tavsiyelerde bulunarak yeni müjdeler veriyordu. Sultân'in istegi üzerine ve Allahü teâlânin izni ile fethin ne gün olacagini bildiren Aksemseddîn, Sultan sehre girerken yaninda yer aldi. Fetih ordusu Istanbul'a girdikten sonra, Islâmiyet'in harb ile ilgili hukukunun gözetilmesini genç pâdisâha tekrar hatirlatti ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân'in, Eshâb-i kiramdan Eyyûb-i Ensârî'nin kabrinin bulundugu yeri sormasi üzerine, Aksemseddîn; "Su karsi yakadaki tepenin eteginde bir nur görüyorum. Orada olmalidir" cevâbini verdi. Ertesi gün orasi kazildi ve kabri ortaya çikti.

    Aksemseddîn, Istanbul'un fethinden sonra Göynük'e yerlesti ve vefatina kadar orada kaldi. Göynük'e yerlestikten sonra, bir taraftan âhiret hazirligi yapiyor, diger taraftan da küçük oglu Hamîdullah'in ilim ve terbiyesi ile mesgul oluyordu. "Bu küçük oglum, yetim, zelil kalir; yoksa, bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim" derdi. Bir gün hanimi dedi ki: "Göçerdim dersin yine göçmezsin." Bunun üzerine; "Göçeyim" deyip mescide girdi. Akrabasini ve evlâdini topladi, vasiyyetini yapti, helâllasip veda eyledi. Yâsîn-i serîfi okumaya basladi. Sünnet üzere yatip, temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük'teki târihî Süleyman Pasa Câmii'nin bahçesine defn edildi. Daha sonra ogullarinin kabri ile beraber bir türbe içine alindi.

    Aksemseddîn'in yazdig eserler sunlardir: 1- Risâlet-ün-nûriyye: Arabça olan eser, tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mahiyetindedir. Kardesi Haci Ali tarafindan Türkçe'ye çevrilmistir. Bu eserde tasavvuf ehlinin, sûfîlerin hâllerini açik bir dil ile anlatip, onlari suçlayici sözlere ayri ayri cevap mahiyetinde gayet güzel izahlarda bulunmustur. 2- Def'ü metâin, 3- Risâle-i Zikrullah, 4- Risâle-i Serh-i Ahvâl-i Haci Bayram-i Velî, 5- Makâmât-i Evliya, 6- Maddetül-hayât, 7- Nasîhatnâme-i Aksemseddîn.
     
    Sarısaçlım bunu beğendi.

Sayfayı Paylaş