Ailesi ve Çocukluğu

Konusu 'Mustafa Kemal Atatürk' forumundadır ve Çilem tarafından 27 Aralık 2014 başlatılmıştır.

  1. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    3. Kolordy komutanı Esat Paşa, Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kahraman Türk subaylarıyla (1915).
    Donanma ile Çanakkale Boğazını geçemeyeceğini anlayan düşman kuvvetler bu sefer Gelibolu Yarımadasına çıkarma yapma kararına varırlar. Bu sırada Genelkurmay Başkanlığı, 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar verir ve Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atar. Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak planını yapmış; Kaymakam(Yarbay) Mustafa Kemal (Atatürk)'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal (Atatürk) bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya geçti. Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında 3.Kolordu komutanı Mehmet Esat Paşa'nın emrinde savaşan Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)'i buldu. Mustafa Kemal (Atatürk), çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevketmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal (Atatürk)'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi. Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. taarruz sırasında Mustafa Kemal (Atatürk) emri altındaki kahraman Türk askerlerine : "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!" der ve büyük destanın ikinci bölümü yazılır. 25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekatına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal (Atatürk) gösterdiği başarı üzerine 5. Ordu kumandanı Otto Liman von Sanders'in takdirini kazanır ve 1 Haziran 1915'te Miralay (Albay)lığa terfi ettirilir.
    Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamaması ve ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l915 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal (Atatürk)'in aldığı önlemler sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkanı bulamadı.

    Anafartalar Grup Komutanı Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) karagah önünde subay arkadaşları ile birlikte (1915).
    Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti. Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal (Atatürk) qetirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustata Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti ve Tarihte 1. Anafartalar Zaferi olarak bilinecek olan zaferi elde etti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkan verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hakim olunmuştu.
    Ancak düşmanın vaz geçmeye niyeti yoktur. Yeni bir taarruz yapma peşine düşülmüş ve düşman yani İtilaf Kuvvetler, üst komutanı General Sır Ian Hamilton, 15 Ağustos'da, 9. Kolordu komutanı General F. Stopford'u görevden alarak yerine Seddülbahir Cephesi'ndeki 29. İngiliz Tümeni komutanı General B. De Lisle'i atamıştı. Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı 5. Ordusu'nun 13 tümeni vardır. Bu 13 tümenden ikisi Kuzey Grup Komutanı (Arıburnu) Esat Paşa'nın, dördü Güney Grup Komutanı (Seddülbahir) Vehip Paşa'nın, yedisi de Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal (Atatürk) emrindedir. İtilaf Kuvvet, Sir lan Hamilton komutasında saldırılara başlarlar ancak işler planlandığı gibi yolunda gitmiyordur. Meydana gelen muharebe iki noktada yoğunlaşacaktır bunlar; İsmailoğlu Tepesi ve Bomba Tepe. Her iki noktada da gerek normalin dışında gelişen mevsimsel hareketler ve hepsinden önemlisi, Esat Paşa, Vehip Paşa, Mustafa Kemal (Atatürk) ve bu üç komutanın emirlerindeki askerler mükemmel bir kahramanlık göstererek düşmanı püskürtmüştür. Böylece destanın son bölümünede yazılarak son nokta koyulmuş ve tarihe altın harflerle yazılmıştır.

    Kurmay Albay Mustafa Kemal (Atatürk) Çanakkale'de (1915).
    Mustafa Kemal (Atatürk), 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında ve 21 Ağustos 29 Ağustos günleri arasında meydana gelen İtilaf Kuvvetlerinin son taarruzunda da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkansız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştür.
    Mustafa Kemal (Atatürk), Çanakkale Muharebeleri'nin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal (Atatürk), 10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale'den ayrıldı; İstanbul a döndü.
    Çanakkale Zaferi'nin birinci önemi ve nedeni İnanç ve azimdir. İkincisi başta Esat Paşa ve komutasındaki değerli üst rütbeli askerler olmak üzere verilen görevleri layıkıyla yerine getirmekle kalmayan, şehitliği kalplerine kazımış olan kahraman erler. Hersene kutlanan, şeref ve mutluluk duyduğumuz anma törenlerinde şehit olan erlerimiz ve Gazi Mustafa Kemal (Atatürk)'i anar ve geçiştiririz. Ancak Mehmet Esat Bülkat yani nam-ı diğer adıyla Esat Paşa gibi bir değeri hatırlamak hepsinden önemlisi Çanakkale zaferi dendiği zaman isminin ilk sırada yer alması gereken birisini hatırlatmak en tabi görevlerden birisi olmalı. Mükemmel bir komutan olmasının yanında iyi birer Matematik dehasıdır aynı zamanda Esat Paşa.

    1916 - 1917; Kafkasya Cephesi; Güneydoğu ve Doğu Bölgeleri

    Tuğgeneral Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa at sırtında Bitlis'deki askeri birliği denetlemesi sırasında (1916)
    Mustafa Kemal (Atatürk), 27 Ocak 1916'da karargahı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığı'na atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal (Atatürk), 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı. 1 Nisan 1916'da Mirlivalığa(Tuğgeneral) yükseldi ve Paşa unvanı almış oldu. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.

    1916; Mustafa Kemal (Atatürk) ve İsmet İnönü İle tanışmaları
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Aralık 1916'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekaleten 2. Ordu Kumandanlığına tayin edildi. Karargahı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Kumandanın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.

    1917 - 1918; Almanya Ziyareti
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı'na atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesini teftiş etti ise de 7 Mart 1917'de karargahı Diyarbekir'de bulunan 2.Ordu Komutan Vekilliliğine atandıktan sonra Hicaz Kuuveyi Seferiyesi Komutanlığına getirilmek istendi. Ancak bunu kabul etmeyerek tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumi idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında askeri görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargah'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumi Karargahını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.
    15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal (Atatürk), Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.
     
  2. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    1918; Sina ve Filistin Cephesi

    Ahmet İzzet Paşa ve Subay arkadaşlarıyla beraber İkinci Ordu Komutanı Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa (1917)

    A7. Ordu komutanı ve Padişah'ın yaveri Mustafa Kemal (Atatürk), yaverleri ile beraber. Salih Bozok, Şükrü Tezer, Cevat Abbas Gürer (1918)
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat Sultan Reşat'ın vefatı ve Vahdettin'in cülûsu üzerine 2 Ağustos'ta sona erdi ve İstanbul'a döndü. Dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı'na getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu. Ardından Mustafa Kemal (Atatürk)'e "Fahri Yaver Hazreti Şehriyari" (Padişahın Onursal Yaveri) unvanı verildi ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. 19 Eylül 1918'de Allenby komutasındaki İtilaf kuvvetleri genel taarruza geçerek üç ordudan oluşan Yıldırım Orduları Grubu'nu ağır bir hezimete uğrattılar. 1 Ekim'de Şam, 25 Ekim'de Halep düştü. Bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat Birinci Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. Artık yapacak birşey yoktu ve Padişah'ın Onursal Yaveri Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, VI. Mehmet (Vahdettin)'in başyaveri Naci Bey (Eldeniz)'e bir telgraf çekerek "Yıldırım Orduları Grubu'nun savaş gücünün kalmadığını" bildirerek mütareke istemesini önerir. Ayrıca yeni hükümette kendisinin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olarak görevlendirilmesini ister.

    1918; Mondros Mütarekesi(Antlaşması)

    Tuğgeneral Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa (31 Ekim 1918).
    İttifak Kuvvetleri'nin başı olan Almanya antlaşma istemiş ve savaştan çekilme kararı almıştır. Onunda öncesinde Bulgaristan savaştan çekilme kararı alır ve artık Osmanlı Devleti yalnız kalmış, Sina ve Filistin Cephelerinde yaşanan ağır kayıp devletin sırtındaki yükün üstüne yükler yükleyerek daha da kötü bir hal almış ve sonunda Osmanlı Devleti'de antlaşma istemek zorunda kalmıştır. O antlaşma, Mondroes Mütarekesi olarak bilinecek olan içinde ağır kararların bulunduğu teslimiyetçi ruhun acizliğinin aynaya yansımasından başka birşey değildir. Mondros Mütarekesi 1918'in 30 Ekim günü imzalanmış ve hemen ertesi günü yürürlüğe girmiştir. Mütareke(Antlaşma)'nın gereği olarak öncelikle; Yıldırım Orduları Grubu kumandanı olan Otto Liman von Sanders Paşa'nın görevden alınır ve yerine Tuğgeneral Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa bu göreve getirilir.

    Mustafa Kemal (Atatürk), Liman Von Sanders'in yerine Yıldırım Orduları Grup Komutanlığına atandığı gün (31 Ekim 1918)
    Mondros Mütarekesi şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silah ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu. İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler idareyi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul Hükûmeti İtilaf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara alet olmuş, aciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilaf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldu; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilaf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.
    Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal (Atatürk), önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddi olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkan kalmayacaktır". Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir. Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilaf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. Olaylar bu istikamette gelişmeye devam eder ve 7 Kasım'da Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu lağvedilir. Mustafa Kemal (Atatürk) arından Adana'dan İstanbul'a hareket eder ve 13 Kasım'da İstanbul'a Haydarpaşa Garı'na ulaşır. Fethi Bey (Okyar) ile birlikte Ahmet İzzet Paşa (Furgaç) yanlısı ve Ahmet Tevfik Paşa (Okday) karşıtı bir tavrı koyan "Minber gazetesini" çıkararak siyasi girişimlerde bulunmaya başlarlar.

    Kurtuluş Savaşı Diğer Bir Adıyla Milli Mücadele Dönemi (1919 - 1923)

    1919; Örgütlenme Dönemi
    Mütareke Türkiye'si, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde milli birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.
    Padişah ve hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilalara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz dügmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilatlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.
     
  3. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    19 Mayıs 1919; Atatürk ve Beraberindekilerin Samsun'a Ayak Basışı

    9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Samsun'a gitmeden önce (Mayıs 1919).
    Bu durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka birşey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi". Öyleyse Milli Mücadele'nin parolası "Ya istiklal ya ölüm!" olacaktı. Artık Anadolu'ya geçerek Milli Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'ya Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal (Atatürk), kendisine geniş salahiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.

    9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın Samsun'a giderken bindiği Bandırma vapurunun tasviri
    16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden; Refet Bey (Bele), Kazım Bey (Dirik), Mehmet Arif Bey, Hüsrev Bey (Gerede) ile beraber Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, olağan üstü yetkiler ile donatılarak; Vilayet-i Sitte (Altı Vilayet)'yi "Büyük Ermenistan" ve "Bağımsız Kürdistan" projelerinden koruması ile Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin biran önce önüne geçmek için görevlendirildi. 19 Mayıs 1919 günü sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Hükûmete verilen İnqiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'ya verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve geniş salahiyetler istedi. İstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul etti.

    Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde başlayan isyanlar
    Saray ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal (Atatürk)'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdani bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa İstanbul'dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul Hükümetinin ve Padişahın davranışlarında İtilaf Devletlerini gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil, karşı koymak lazımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kazım Karabekir'e bir telgraf çekti.

    Çekilen telgrafta şu sözlere yer veriliyor :
    "Umumi durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim".

    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs ve 22 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığı'na ve Sadrazamlığa Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan, ne İstanbul Hükûmeti'nin, ne de İtilaf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı iki telgraf çeker.
    21 Mayıs 1919 tarihli Genelkurmay Başkanlığına çekilen telgrafın içeriği şu şekildedir :
    "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kamilen siyasi bir şekle dönüşmüştür".

    22 Mayıs 1919 tarihli Sadrazamlığa çekilen telgrafın içeriği şu şekildedir :
    "Millet birlik olup hakimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır".

    Mustafa Kemal (Atatürk)'in çekmiş olduğu telgraflarda belirttiği raporlar neticesinde İtilaf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetinden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdiği geniş yetkilere sahip olan Müfettiş Mustafa Kemal (Atatürk)'i geri çağırma girişimlerine başladılar.

    22 Haziran 1919; Amasya Genelgesi
    Kurtuluşa giden yolda atılan ikinci dev adımdan biriside Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasıdır. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın bizzat kaleme aldığı bildirinin altında imzaları olan isimler ise; Rauf Bey (Orbay), Refet Bey (Bele) ve Ali Fuat Paşa (Cebesoy)'dır. Bildiri, 1919 21 Haziranı 22 Hazirana bağlayan gece Esaslar, Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından yaveri Cevat Abbas Bey'e, buradanda Erzurum'da 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir'e ve Cemal (Mersinli) Paşalara da sunuldu. Onların onayının alınmasından sonra, bildiri, 22 Haziran 1919'da ülkenin en batısındakinden en doğusundakine kadar tüm mülki amir ve askeri komutanlara telgrafla Abdurrahman Rahmi Efendi tarafından ulaştırıldı. Böylece amaç ve gaye açıkça belirtilmiş ve özgürlüğe giden yolda yapılması gereken hususlar belirlenmiştir. Genelge'nin ana hatları ise; ilk kez ulusal egemenlik kavramı ortaya atılmış ve İstanbul'da başgösteren başta Hükümdarlık ve Hükümet yetkilileri olmak üzere gelişen olaylara seyirci kalmak ve teslimiyetçilikle suçlanmışlardır. Anadolu topraklarında parça parça olmuş mücadelenin ve binlerce cemiyetin birleştirilmesinden bahsedilmiştir. Ordunun terhisinin önüne geçmek ve Sivas'ta kongre toplanılacağı ve bu kongreye bölgelerinde yaşayan halkının desteğini kazanmış üç temsilcinin gelmesi istenmiştir.

    3 Temmuz 1919; Mustafa Kemal (Atatürk)'in Erzurum'a Gelişi ve Askerlik Görevinden Sivil Hayata Geçişi

    9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, askerlik görevini hemen bırakmadan önce Eruzum'da bir toplantı esnasında (5 Temmuz 1919).

    Kemal'in (Atatürk) askerlikten istifa ettiği gün, yaverleri; Muzaffer Kılıç ve Cevat Abbas Gürer (8 Temmuz 1919)
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Mustafa Kemal (Atatürk) Erzurum'a gelişinin nedenini şu sözler ile ifade ediyordu : "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi". O, Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlüt Ağa ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinledi. İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa sordu:" - Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi?" Mevlût Ağa derhal cevap verdi: "- Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?". Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı. Etrafındakilere döndü ve : "- Bu milletle neler yapılmaz" der. Mustafa Kemal (Atatürk), Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8-9 Temmuz 1919 tarihinde "Sine-i millette bir ferd-i mücahit" olarak çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa ederek tarihi vazifesini artık milletin bir verdi olarak sürdürme kararı almıştır.
    Sivil Hayatı
    1920; Sivil Hayattaki İlk Günler ve Toparlanma Günleri
    Erzurum ve Sivas Kongreleri

    23 Temmuz 1919; Erzurum Kongresi
    İstanbul merkezli Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye yani Doğu İllerinin Haklarını Koruma adı ile kurulmuş olan bir cemiyetin Erzurum şubesinin o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Bir diğer hakim konu ise Amerika Birleşik Devletleri mandası olmak fikri. Mustafa Kemal (Atatürk)'in Heyet-i Faale reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu. Öncelikle Mustafa Kemal (Atatürk)'in kendisi Askerlik görevini bırakarak sivil bir hüvviyet kazanacak sonrada Erzurum'un iki değerli evladı, Kazım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal (Atatürk) ve Rauf Bey'e bırakacaklardı. Ve böylede oldu. Bu suretle Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.

    Mustafa Kemal, Erzurum'da hükümet konağı önünde Vali Zühtü Bey, memurlar ve subaylar ile birlikte (Ağustos 1919).
    Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda; Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 delege ile toplanmıştı. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada 62 delegenin 48'inin oyu ile Mustafa Kemal (Atatürk), başkan seçilmiştir. Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilayetlerce gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülki amirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmeti'nin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilayetler kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elazığ, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa tarafından da ciddi teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilayetlerin herbirine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu. Kongre'nin çalışmaları 14 gün sürecek ve 1919 yılı 7 Ağustos günü çalışmalar son bulacaktır. Milli Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki milli birlik ve mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu Karadenız şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
     
  4. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    Erzurum Kongre Binası
    Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da Saray ve Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal (Atatürk)'in devlete başkaldıran bir asi olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilan edildi. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'yı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki milli hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi. İşte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihi kararlar Milli Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu.
    Kısaca alınan kararlar şu şekilde özetlenebilir :
    Uusal sınırlar içinde vatan bir bütündür. Onun çeşitli kısımları birbinden ayrılamaz.
    Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Devleti'nin dağılması halinde ulus birlikte müdafaa ve mukavemet edecektir.
    Vatanın ve bağımsızlığın muhafaza ve teminine İstanbul'daki Hükümet muktedir olamadığı takdirde maksadın temini için geçici bir hükümet oluşturulacaktır. Bu hükümet ulusal kongrece seçilecektir. Kongre toplanmış değil ise bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.
    Kuvay-ı Milliye'yi etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır.
    Hristiyan unsurlara siyasi egemenliğimizi ve sosyal dengemizi bozucu ayrıcalıklarlar verilemez.
    Manda ve himaye kabul olunamaz.
    Ulusal meclisin derhal toplanması ve hükümet çalışmalarının meclisin denetimine konulması için çalışılacaktır.
    Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihi kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Milli'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hakim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insani ve asri gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılaplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.

    Sivas Kongresi

    Mustafa Kemal, Sivas'ta düzenlenecek kongre için bulunduğu sıralarda (1919).
    Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü kendisi adına bütün yetkileri kullanacak, 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verecektir. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek milli kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni gayesini daha da genişleterek bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Milli Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı.

    Mustafa Kemal, Sivas Kongresi üyeleriyle birlikte. Oturanlar sağdan sola; Mazhar Müfit Kansu, Hüsrev Sami Kızıldoğan, Ahmet Rüstem, Bekir Sami Kunduh, Kadı Hasbi, Mustafa Kemal, Şeyh Hacı Fevzi, Rauf Orbay, Ömer Mümtaz, arka sıralarda; Hami Danişmend, Recep Zühtü, Hüsrev Gerede, Ruşen Eşref ünaydın, Nizamettin Bey, Mazlum Bey, Küçük Ethem Bey ve yaver Muzaffer Kılıç
    Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilaf devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Milli Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkıın bir sevinçle karşıladı.
    Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultani" olarak kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa. başkan seçildi.
    Kısaca alınan kararlar şu şekilde özetlenebilir :
    Milli sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
    Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
    İstanbul Hükûmeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
    Kuva-yı milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hakim kılmak esastır.
    Manda ve himaye kabul olunamaz.
    Milli iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.
    Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
    Mukaddes maksadı ve umumi teşkilatı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.
    Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz mütareke şartları gereğince İtilaf devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen işgal altında değildi. Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o günkü imkanların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi, şehirde oldukça iyi teşkilatlanmıştı.
    İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan doğruya Mustafa Kemal (Atatürk)'in çağrısı üzerine toplanmış , bir milli kongredir. Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı. Tarihi bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilayetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edemedi.
    İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa Kemal (Atatürk)'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine telgraflar çekilerek Mustafa Kemal (Atatürk)'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan milli irade ve milli hava içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek cesaretini gösteremedi. Bir diğer baskı ise Sivas Kongresi'nin toplanmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno yapmış olduğu tehditlerdir. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat Mustafa Kemal (Atatürk)'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler sonuçsuz kaldı.
    Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki milli cemiyetleri "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de içine almak üzere memleket çapında bütünlük kazandırdı. Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye" genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket mukadderatında yegane söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılap Tarihimizde büyük öneme sahip bir Kongre'dir. üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Milli Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilan eden milli bir Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.

    1920; Türkiye Büyük Millet Meclisi

    1920 yılındaki ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası ve Üyeleri
    Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükûmet ile Milli Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dahi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla milli teşkilatın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal (Atatürk) ve Heyet-i Temsiliye i1e temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılap Tarihimizde "Amasya Mülakatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal (Atatürk), Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara alet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Milli" halinde kabul ve ilan etti.

    İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun ve ilanının ardından meclis balkonundan ilk meclisin ilk başkanı olan Meclis Başkanı Mustafa Kemal Atatürk meclis üyeleri ile beraber Halkı selamlarken (23 Nisan 1920).
    Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, 27 Aralık 1919 tarihinde bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Milli Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilaf devletleri tarafından fülen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askeri kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış bulunuyordu.
    Mustafa Kemal (Atatürk), İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalade salahiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal (Atatürk), millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askeri, siyasi ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının, istiklal mücadelesinin liderliğini yapıyordu.
     
  5. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    1920 - 1922; Silahlı Mücadele Zamanı

    İşgal Edilen Toprakların Geri alınması
    Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması ve milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti'de milli mücadeleyi daha geniş ölçüde zor duruma düşürme yollarına başvurmaya başlar. Anadolu'da binbir fedakarlıkla oluşturulan milli kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Mustafa Kemal (Atatürk) olmak üzere Milli Mücadele kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlanıyordu. Mütareke (antlaşma) ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silahları alınmış olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahalli kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nazım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.
    Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilayetlerimiz tahliye ettirildi.
    Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle mahalli kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep gibi şehirlerimiz başta olmak üzere diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.

    Yunan İşgali

    1920 yılındaki ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi Binası ve Üyeleri
    Yunanlılar 1920 Haziran'ında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde umumi taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos 1920'de İtilaf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu. Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, milli mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da milli müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilatların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün milli müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı.
    Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal (Atatürk), Milli Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey (İnönü), bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, milli mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.
    1920 yılının Aralık sonlarına doğru bir çok milli müfreze, gönüllü örgüt sür'atle milli ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Milli Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları, milli hükûmete karşı bir isyan halini almıştı.
    Durum gerçekten kırılgan bir haldeydi. Binbir emek ve fedakarlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu asi kuvvetler her başarıda orduya ayakbağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.
    29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey (İnönü)'le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey, Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Milli kuvvetler, asileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı. Artık Milli Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaya başlar. Batı Cephesi kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor anını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde aniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık milli hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.
    Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askeri yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkanı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.
    Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevketmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle İnönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini da- ha da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Cepheye çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.
    Öte yandan Yunanlılar süratle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Mustafa Kemal (Atatürk) olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal (Atatürk), 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir ama izleyenlerde olacaktır."

    Birinci İnönü Zaferi ve Kontrolün Sağlanması

    Birinci İnönü Muharebesi sırasında Türk Ordusu'nun cephelerdeki vaziyeti ve harekat yolu
    9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşında dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonra bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü" soyadı verilecekti. Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkan verilmiyordu. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onlar gerçekten şaşırtmıştı.

    Birinci İnönü Zaferi'nin ardından Albay İsmet Paşa
    Muharebe, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey (İnönü) de Gediz'den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesinin karargahı bulunan İnönü istasyonunun kuzevine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cephe karargahı istasyondan alınarak süratle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.
    Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkan bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır zayiat veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.
    Elde edilen bu zaferin ardından Mustafa Kemal (Atatürk), 11 Ocak 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey (İnönü) ve beraberindeki kahraman askerlerimize hitaben şu telgrafı çekmiştir :
    "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilasından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim".
    Mustafa Kemal (Atatürk)'in dediği gibi Birinci İnönü Muharebesi'nin zaferle sonuçlandırılması kesin zafere hayırlı bir başlangıç niteliği taşımaktaydı.
    Birinci İnönü Zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasi gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.

    TBMM Başkanı Mustafa Kemal cepheye mühimmat taşıyan halkla beraber sohbet ederken (6 Mart 1921).
    Birinci İnönü zaferinin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, milli hükûmetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilaf devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti i1e beraber Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp milli davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilaf devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine Birinci İnönü zaferinin milli hükûmete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu.

    Çerkez Ethem İsyanı

    Çerkez Ethem
    Birinci İnönü Muharebesi'nin zaferle sonuçlandırılmasından sonra Mustafa Kemal (Atatürk) başkanlığındaki TBMM, artık ayak bağı olmaya başlayan Çerkez Ethem ve emrindeki askerler'in biran önce zaptedilmesini istiyordu. Çerkez Ethem, TBMM'nin yetkileri hiçe sayıyor, düzenli ordu fikrine karşı çıkıyor, hakim olduğu bölgelerde kendi istek ve emirlerinin yerine getirilmesini sağlıyor hatta bu bu uğurda; Yozgat Ayaklanmasını bastırdıktan sonra dönemin Ankara Valisi olan Yahya Galip Bey'i bu ayaklanmanın nedeni ve başındaki isim olduğunu öne sürerek, yargılanması için bulunduğu Yozgat iline çağırmış ancak Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından bu isteği reddedilmiş, Asker toplama yetkisini bizzat kendi üzerine almış ve asker toplamış, Ordu yetkilerini TBMM'ye verilmesini öngeren Başkumdanlık yetkisine karşı çıkarak düzenli ordu oluşumuna karşı çıkmak ve bir çok kendi başına iş yapma anlamına gelebilecek düzeni tehdit eden fiiller işlemesi nedeniyle Çerkez Ethem, Kardeşleri ve emirlerindeki askerlerin bir an önce kontrol altına alınması gerekliydi.
    Öncelikle Batı Cephesi Komutanlığı isyancıların teslim olmalarını ister ancak Çerkez Ethem ve beraberindekilerin böyle bir niyeti yoktur. Bunun üzerine İsmet Bey (İnönü) ve Refet Bey yaklaşık 5.000 kişilik bir kuvvet ile Gediz-Kütahya üzerinde bulunan isyancı Çerkez Ethem ve kardeş Tevfik Bey'in emri altındaki ordunun üzerine yürümeye başlar. Yaklaşık 2.000 kişilik isyancı grup etkisiz hale getirilmiş Çerkez Ethem ve kardeşleri çareyi Yunanlılara sığınmakta bulmuştur.

    İkinci İnönü Zaferi ve Hakimyetin Tamamiyle Sağlanması

    İkinci İnönü Muharebesi sırasında Türk Ordusu'nun cephelerdeki vaziyeti ve harekat yolu

    TBMM Başkanı Mustafa Kemal, İkinci İnönü ile beraber Ankara Anlaşması'nın görüşmeleri için gelen Fransız Bakan Franklin Bouillon ve Bnb. Sarou Eskişehir'i ziyareti sırasında tören kıtasını denetlerken.
    Yunanlılar, Birinci İnönü Mağlubiyetini hem hazmedememiş hemde ders çıkaramamış olacakki kısa süre sonra; 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar hucuma girişti. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan, İkinci İnönü muharebesinde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar terketmek zorunda kaldılar. Bu suretle Batı cephesinde düşmana karşı İkinci İnöntı Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal (Atatürk), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu.

    Mustafa Kemal (Atatürk), 1921 Nisan ayında İkinci İnönü Muharebesi'nde düşmanın yenilgiye uğratılarak zafer elde edilmesinden sonra İsmet Bey (İnönü) aracılığı ile mücadele vermiş tüm orduya telgraf çekerek şu sözleri içeren bir tebrik mesajı göndermiştir :
    "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!".

    Kütahya-Eskişehir Savaşları
    Fakat düşman Yunan ordusunun vaz geçmeye niyeti yoktur. Akdeniz(Egedenizi) kıyısı boyunca birliklerini tutan düşman yeni takviyelerle tekrar karşı taarruza geçmek için beklemeye koyulur. Savaşların vermiş olduğunu bedensel yorgunluk artık Türk ordusunda belirmeye başladığını gösteren bir savaştır. Düşman Yunan ordusu hazırlıklarını tamamlamış ve 1921 yılının 10 Temmuz günü tekrar taarruza başlamıştır. Yer yer büyük çatışmalara sahne olan taarruz sırasında Yunan ordusu sayıca ve malzeme anlamında üstünlüğünün de vermiş olduğu avantaj ile Türk ordusu ağır kayıplar verdi ve netice itibariyle başta Afyon, Eskişehir, Kütahya ve Bilecik olmak üzere bir çok toprağımız düşmanın eline geçmiştir. Türk tarafında verilen şehit sayısı ise 40.000'in üzerindedir ve birçok araç-gereç kaybıda yaşanmıştır.

    Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Süvari Tümen Komutanı Binbaşı İbrahim Çolak Çankaya'da (4 Haziran 1921).

    Kütahya - Eskişehir Savaşları sırasında Türk Ordusu'nun cephelerdeki vaziyeti ve harekat yolu
    Cepheden gelen bu kaygı verici gelişmeler üzerine, 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal (Atatürk), Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargahına geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkanları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi : "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lazımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Bu tavsiye görüntüsündeki emrin üzerine Musafa Kemal'in belirttiği strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücün karşı çekilmeksizin uzun sure direnişi daha büyük kayıpların sebebi olması muhtemeldi.
    Bakanlar Kurulu ise önlem amacıyla Meclisi Ankara'dan Kayseriye taşınması konusu üzerine karar almış ve Büyük Millet Meclisi'nin onayının alınması için gizli bir oturum yapılması kararlaştırılmıştı. Bu toplantının gizli konusu olan birliklerin Sakarya'nın doğusuna çekilmiş olması ve Meclis'i, Ankara'dan Kayseri'ye taşıma düşüncesi Mebuslar tarafından tepkiyle karşılanmış : "Biz buraya kaçmayamı geldik" sesleri hep bir ağızdan duyulmaya başlanmıştır. Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.
     
  6. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk)

    Başkomutanlık yetkisinin alınmasının ardından Başkomutan Mustafa Kemal(5 Ağustos 1921).
    Yaşanılan bu yenilgiler ve gelişmeler üzerine Ankara'da yer alan Büyük Millet Meclisi üyelerinin bir kısmı Hükümete ve Mustafa Kemal (Atatürk)'e yoğun eleştiriler yöneltmiş ve Mustafa Kemal (Atatürk)'e ordunun başına geçerek bizzat savaş meydanlarında yer almasını istemişlerdir. Mustafa Kemal (Atatürk) ise 1921 4 Ağustos günü Büyük Millet Meckisi'nde yaptığı konuşmasında şu sözleri sarf etmiştir : "Meclis'in sayın üyelerinin umumi surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri fülen kullanmak şartiyle üzerime alıyorum. Hayatım boyunca milli hakimiyetin en sadık bir hizmetkarı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum". Yapılan teklifte Başkumandanlığı kabul edecek olduğunu fakat bu yetkinin yalnız başına bir anlam taşımayarak yetkilerinin sadece ordu üzerinde değil Büyük Millet Meclisi üzerinde de geçerli olması halinde hedefe ulaşılabileceğini belirtti. Ve Mustafa Kemal (Atatürk) 1921 yılı 5 Ağustos günü çıkarılan yasanın oy birliği ile kabul edilmesi sonucu 3 ay süreyle TBMM Orduları Başkumandanlığı'na getirilmiştir. Ağırlaşmış onca duruma rağmen ve aldığı yetkiler sonucu ulaştığı mevkiye rağmen 3 ay gibi kısa bir süre bu mevkide durmak isteyişi Millet'in kararına ve seçtiği Vekillere olan saygısının ne kadar büyük olduğununda bir göstergesidir. Ayrıca alınmış olan bu ağır yenilgilerin ve kaybedilen toprakların sonucunda dönemin Erkan-ı Harbiye Reisliği görevini yürüten (Genelkurmay Başkanlığı) İsmet Bey (İnönü) görevinden alınarak yerine sonradan "Müşirlik (Mareşal)" unvanıda alacak olan Fevzi (Çakmak) Paşa getirildi. Hemen ardından Başvekillik (Başbakanlık) ve Milli Müdafaa Vekilliği (Milli Savunma Bakanlığı) görevide kendisini verilir.

    İlgili kanun hükmünde şu kararlar yer almaktadır :
    "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık füli vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salahiyetini Meclis namına fülen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salahiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salahiyeti kaldırabilir".

    Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilasından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi :
    "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allahın yardımıyla behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün aleme karşı ilan ederim.".

    Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), aynı gün ordu ve millete de bir bildiri daha yayımladı. Bu bildiride de şu sözler yer alıyordu :
    "Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkan omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silahlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır".

    Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), artık planını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekalif-i Milliye" yani "Milli Vergi" emri yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir Milli Vergi Komisyonu kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardarı yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silah ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalathanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet edilmişti. Artık millet ve ordu el eleydi ve topyekûn bir harp başlatılmıştı.
     
  7. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    Sakarya Meydan Muharebesi ve Elde Edilen Zafer

    Sakarya Meydan Muharebesi sırasında cephede komuta kademesindeki diğer askerler ile beraber Başkomutan Mustafa Kemal mevzileri gözlerken (10 Eylül 1921) (Dudatepe).
    Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareket ederek Polatlı'daki Cephe Karargahına geldi. Polatlı'da at sırtında gerçekleştirdiği ordunun teftişi sırasında at sırtından düşerek kaburga kemiği kırılacak ve bir müddet sağlık tedavisinin ve istirhat halinde bulunduktan sonra görevini sürdürmeye devam edecektir. Artık Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekata başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar.
    23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Poiatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri bir çok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkan verilmiyordu. Zira Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, oria tabi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".

    Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Süvari Tümen Komutanı Binbaşı İbrahim Çolak Çankaya'da (4 Haziran 1921).
    Mustafa Kemal (Atatürk) ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çok uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), zaman zaman da en ileri meyzilerde görülmüş, hatta ateş hattına girmişti. Mustafa Kemal (Atatürk)'in en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.
    "Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk)'e Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasi alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Sakarya Meydan Muharebesinden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek için önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardır. Ayrıca Düşman Yunan ordusunun bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.

    Büyük Taarruz (Başkomutan Meydan Muharebesi)

    Başkomutan Mustafa Kemal, Büyük taarruz sabahı Aydın Kocatepe'de (26 Ağustos 1922).

    Büyük Taarruz'un planı
    Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin bir zafer elde etmesi anlamını taşıyordu. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk hükûmetinin içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkansız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha karlı çıkmayı amaçlıyorlardı.
    Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ise düşmanın hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkanlar kullanılarak, memleketin maddi ve manevi bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
    Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi planı, 1922 yılının 27 Temmuzu 28 Temmuza bağlayan gecesinde, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri verildi.

    Başkomutan Mustafa Kemal, Ilgın Manevraları'nda Türk Ordusunu Selamlarken (1 Nisan 1922).
    Büyük taarruz planı gerçekten dahiyaneydi. Dahiyane olduğu kadar da cüretli ve tehlikeliydide. Zira kuvvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede savaşan Birinci Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi.
    Bu plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunuyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon-Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gerçekleşti. Bu hattın güneyinden Birinci Ordu, kuzeyinden İkinci Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık merkezi, Birinci Ordu bölgesinde toplanmıştı.
    Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk)'in büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda; ordunun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet (İnönü) Paşa üstlenmişti. Birinci Ordu'ya Kurtuluş Savaşı'nda sakalı bulunan tek kurmay olduğu için sonradan Sakallı Nurettin Paşa olarak anılacak olan Nurettin Paşa, İkinci Ordu'ya Yakup Şevki Paşa ve Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.

    Başkomutan Mustafa Kemal, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve yaveri Salih Bozok ile Yunan işgalinden kurtarılan İzmir'e geliyor (10 Eylül 1922).

    Başkomutan Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve diğer Albay Asım (Gündüz) ile Büyük Taarruz sırasında cephede plan üzerinde çalışırlarken (25 Ağustos 1922).
    Süratli taarruz sonucu, 1922 yılının 26 Ağustosu 27 Ağustosa bağlayan gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzii düşürüldü. Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar, çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de Türk Ordusu düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı alır ancak Türk Kuvvetleri, 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başlar. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmış, daha sonra "Başkomutan Meydan Muharebesi" olarak bilinecek olan bu kuşatma sırasında, düşman büyük bir kayıp yaşayacak ve aynı gece Kütahya tekrar sınırlarımız içine dahil ediliyordu.
    Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan Mustafa Kemal (Atatürk), 1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir (Egedenizi), ileri!" emrini verdi. Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında Birinci Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile İkinci Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Aynı günün sabahı Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilalarından ve düşman işgallerinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti.

    Barış Görüşmeleri

    11 Ekim 1923; Mudanya Barış Antlaşması (Mütareke)

    Mudanya Mütarekesi'nde (antlaşması) imza atan heyet başkanları (11 Ekim 1923).
    Cephelerde elde edilen büyük zaferlerin ardından İtilaf Devletleriyle bu günkü Bursa ilinin ilçesi olan Mudanya bölgesinde görüşmeler başladı ve 11 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi (antlaşma) imzalandı. İmzalanan mütareke üç gün sonra yani 1922 yılının 14 ekimini 15 ekimine bağlayan gecesinde yürürlüğe girecektir. Yunan Hükümeti her ne kadar mütarekeyi imzalamaktan kaçınsada, yalnız kaldığını görünce vaz geçmiş ve imzalamıştır. Antlaşma sonucu silahlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre; Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve boğazlar Türk Hükümetine bırakıldı.

    24 Temmuz 1923; Lozan Barış Antlaşması

    Lozan Barış Antlaşmasını görüşmek üzere İsmet İnönü başkanlığında İsviçre'ye gidecek olan heyet temsilcileri (1923).
    Meclis'in Saltanat'ı kaldırma kararı üzerine Osmanlı Devleti'nin son Padişahı VI. Mehmet Vahidettin tahttan indirilmiş, bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Böylece İstanbul Hükümeti'nin hukuki varlığınada son verilmiştir. Bütün bunların ardından barış görüşmelerine başlanmış ve İsviçre'nin Lausanne (Lozan) kentinde Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplanmıştır. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetini Mudanya görüşmelerinde olduğu gibi İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, milli sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlı Devleti zamanından kalan eski pürüzler temizlenerek kapitülasyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi.


    Cumhuriyet'in İlanı ve Cumhurbaşkanlığı

    Artık devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılaplari yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevkederek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı. Laik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber birçok yeni kanunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, laik ve millî bir yol takip edildi. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılabı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Latin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversiteler konusunda büyük bir reform gerçekleştirilerek, çağdaş bir görünüm kazandırıldı. Bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Zirai faaliyetler genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılaplara "Atatürk İnkılapları" adı verildi. İnkılapların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi tegkil edildi. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.
    1 Kasım 1922; Saltanat'ın Kaldırılması
    1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile "Saltanat" ile "Hilafet (Halifelik)" birbirinden ayrılarak "Saltanat" kaldırılmış ve tahtta oturan Osmanlı Devleti'nin son Padişahı IV. Mehmet Vahdettin tahttan indirilmiş ve bir ingiliz savaş gemisiyle sürgün edilmiştir. Ayrıca Padişaha tabi İstanbul Hükümeti'ninde hukuki varlığı sona erdirilmiştir.

    1922 yılının 1 Kasım günü Mareşal Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), Meclis kürsüsünden şu sözleri söylemiştir :
    "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hakimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o Meclis, Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir".

    9 Eylül 1923; Halk Fırkası'nın (Cumhuriyet Halk Partisi) Kurulması

    Halk Fırkası'nın (Cumhuriyet Halk Partisi) 4. Büyük Kurultay'ında Kürsede Konuşması sırasında Mustafa Kemal
    Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından 8 Nisan 1923 yılında "Dokuz Umde" olarak bilinen 9 adet ilkeyi içinde barındıran bir bildiri yayımlanmıştır. Bildirinin özünde ve özeti; Halkın kendi kendisini yönetmesi ve hakimeyetin kayıtsız şartsız yine halkın kendisine ait olduğuydu. Bu bildiri aynı zamanda sonradan kurulacak siyasi partinin; Cumhuriyet Halk Fırkası'nın da temel ilkeleri olacaktır.
    Kurulacak olan partinin temelini ise Kurtuluş Savaşı boyunca verilen mücadelede Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilen cemiyetler oluşturacaktır. Mustafa Kemal (Atatürk)'in vefatının ardından demokrasi için herzaman fren ve engel görevi görecek olan Halk Fırkası bu günkü adıyla Cumhuriyet Halk Partisi, 9 Eylül 1923 yılında siyasi programını ilan ettikten sonra 11 Eylül 1923 tarihinde kurulmuştur. Partinin kurucuları arasında; Refik Saydam, Celal Bayar, Sabit Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Arıkan, Zülfü Bey vardı ve genel sekreter Recep Peker idi. Halk Fırası olan partinin ismi 10 Kasım 1924 tarihinde "Cumhuriyet Halk Fırkası" olarak değiştirildi ve son olarak 4 Mayıs 1935 yılında 4. kurultay'da parti bu günkü ismi olan "Cumhuriyet Halk Partisi" ismini almıştır.

    29 Ekim 1923; Türkiye Cumhuriyeti'nin İlanı

    Cumhuriyet'in ilanı sırasında Mustafa Kemal Meclis kürsüsünde konuşmasını yaparken (23 Nisan 1923).
    25 Ekim 1923 günü aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Bakanlığı görevlerini yürüten Fethi (Okyar) Bey, İçişleri Bakanlığını bıraktığını açıkladı. Aynı gün Meclis İkinci Başkanlığı görevini yapan Ali Fuat (Cebesoy) Paşa'da ordu müfettişliğine atandığı için görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu iki boş koltuk için yapılan seçimleri Mustafa Kemal (Atatürk)'e muhalif olan milletvekilleri kazandı. Meclis İkinci Başkanlığına Rauf (Orbay) Bey, İçişleri Bakanlığına Sabit Bey seçildiler. Bu durumdan hoşnut olmayan Mustafa Kemal (Atatürk), 26 Ekim 1923'te Başbakan Fethi (Okyar) Bey'den "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili (Genelkurmay Geçici Başkanı)" Fevzi Paşa'nın dışında hükümetin istifa etmesini ve istifa edenlerin yeniden seçilirlerse görevi kabul etmemesini istedi. Böylece bir hükümet krizi yaratılmış oldu. Bütün bunların ardından yeni bakanlar kurulu üyelerinin 29 Ekim günü seçileceği duyuruldu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren Mustafa Kemal (Atatürk) 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya'da İsmet (İnönü) Paşa ve bir kaç kişiyide toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda (Anayasa) gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusunda tartışıldı. Sorun çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal (Atatürk)'den düşüncelerini açıklaması istendi. Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı ve Cumhuriyetin ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu. Tasarının parti grubunda kabulünden sonra aynı günün akşam saat 18.00'inde TBMM Genel kurul toplantısı başladı. Anayasa Komisyonu'nun değişiklik ile ilgili rapor ve önergesi genel kurulun onayına sunuldu ve 29 Ekim 1923 Pazartesi akşamı saat 20.30'da milletvekillerinin alkışları ve "Yaşasın Cumhuriyet" sadaları ile Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Hemen ardından geçilen Cumhurbaşkanlığı seçiminde oylamaya katılan 158 milletvekilinin tamamının oyları ile Ankara milletvekili Mustafa Kemal (Atatürk), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
    1923 - 1938; Cumhurbaşkanlığı Dönemi
     
  8. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    Türkiye Cumhuriyet'nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
    29 Ekim 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi'nde Cumhuriyet'in ilanının hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimide gerçekleştirilmiş ve oylamaya katılan 158 vekilin tamamı Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek aday olan Mustafa Kemal (Atatürk)'e oy vermiş ve oy birliği ile Mustafa Kemal (Atatürk) yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 1927, 1931 ve 1935 yıllarındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmuş ve tekrar seçilerek Cumhurbaşkanı olmuştur.

    Cumhuriyet'in ilanı ve Mustafa Kemal (Atatürk)'in Cumhurbaşkanı olmasıyla, devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılaplar birbirini takibe başladı. Bu devre esnasında şapka ve kıyafet inkılaplari yapıldı. Halkı uyuşukluğa sevkedecek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldirıldı. Laik devlet prensibi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medeni Kanunu'yla beraber birçok yeni kanunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte 19. yüzyıldan beri süregelen Eğitim ve öğretimdeki çift başlılık ortadan kaldırılarak eğitim ve öğretimde birlik sağlandı; eski dinamizim ve ilerici anlayışını kaybeden medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet okulları açıldı. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılabı meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Latin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Zirai faaliyetler genişletildi; ticaret ve milli sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu inkılaplara "Atatürk İnkılapları" adı verildi. İnkılapların memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.


    Cumhurbaşkanlığı Döneminde Siyasi Hayat

    Kurulan Hükümetler
    Mustafa Kemal (Atatürk)'in Cumhurbaşkanlığı döneminde (1923-1938) üç kişi başbakanlık yapmıştır. Bu isimler; İsmet İnönü, Fethi Okyar ve Celal Bayar'dır. Bu dönem içersinde en fazla süre görevde kalan ve en fazla hükümet kuran isim (tam yedi hükümet kurmuştur) İsmet İnönü'dür. Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı süresince kurulan hükümetler şöyledir :
    İnönü hükûmeti (30.10.1923 - 06.03.1924)
    İnönü hükûmeti (06.03.1924 - 22.11.1924)
    Fethi Okyar hükûmeti (22.11.1924 - 03.03.1925)
    İnönü hükûmeti (03.03.1925 - 01.11.1927)
    İnönü hükûmeti (01.11.1927 - 27.09.1930)
    İnönü hükûmeti (27.09.1930 - 04.05.1931)
    İnönü hükûmeti (04.05.1931 - 01.03.1935)
    İnönü hükûmeti (01.03.1935 - 01.11.1937)
    Celal Bayar hükûmeti (01.11.1937 - 11.11.1938)

    Çok Partili Dönem

    1924 - 1925; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi)
    Mustafa Kemal'ın eski silah ve dava arkadaşları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar'ın başını çektiği bu kişiler muhalefette yer almayı tercih etmiş ve 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Ancak görülecek baskılar ve hemen sonrasında meydana gelecek olan Şeyh Said İsyanı ile birlikte sıkıyönetim ilan edilmiş ve parti 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır. Kurucularından Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy idam ile yargılanmış ancak Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in özel affı ile idam cezası geri çekilmiştir. Fakat kurucu üyelerin bir kısmı idama mahkum edilmiştir.

    Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile ilgili daha detaylı bilgi için buraya tıklayınız.

    1930; Askeri Ceza Kanunu ve Askerin Görev Alanı
    Mustafa Kemal pek çok aklı selim insanın düşebileceği şekilde düşünmüş ve herkes kendi üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışır başka işlerle meşgul olma yolunu seçmez ise muvaffak olma yoluna gider fikri altyapı üzerine Asker'in görevini sadece üstüne düşen görevi yerine getirmesi ve siyasete kesinlikle karışmaması için Mayıs 1930 tarihinde Askeri Ceza Kanununu (1632 Sayılı Kanun) Büyük Millet Meclisinden geçirdi. Askeri Ceza Kanunu 148. maddesine göre; Ordu mensubunun siyasi toplantılar ve gösterilere katılmasını siyasi partiye üyesi olmasını, siyasi maksatlarla şifahi telkinatta bulunmasını, siyasi makale yazmasını ve siyasi nutuk söylemesini yasaklanan hükmü koydurdu.
    Hayatının büyük bir bölümünü 'Asker' olarak sürdürmüş bir kişi olan Mustafa Kemal tehlikeyi sezmiş ve her defasında vurguladığı ve biran olsun saygısını yitirmediği Halk'ın iradesini baltalamak isteyenlere Askeri Ceza Kanunu'nun 148. maddesiyle "Herkes haddini bilmeli" uyarısında bulunmuştur. Mustafa Kemal Milli Mücadele'nin son demlerinde dahi Meclisten 'Tam yetki' isteğini dile getirirken bu yetkinin sadece 3 ay süreyle sahip olma isteği O'nun Halk'a ve kararlarına ne kadar saygılı olduğunun en açık göstergesidir.

    12 Ağustos - 17 Kasım 1930; Serbest Cumhuriyet Fırkası

    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve Ali Fetih (Okyar).
    Reisicumhur (Cumhurbaşkanı) Mustafa Kemal'in eski çalışma arkadaşı olan Fransa'nın Paris kentinde Büyükelçilik görevini sürdüren Ali Fethi (Okyar) Bey'in tatil amacıyla yurda dönmesi üzerine Mustafa Kemal; yeni bir parti kurmasını rica eder. Bunun üzerine Ali Fethi (Okyar), Reisicumhur Mustafa Kemal'in son olarak onayınıda aldıktan sonra; 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş oldu. Parti'nin başını çektiği isimler ise Mustafa Kemal'e yakın isimler idi. Hatta kardeşi Makbule Hanım'dan parti çalışmalarına katılmasını istemiş ve Makbule Hanım bu ricayı kabul ederek çalışmalara katılmıştır.
    Parti'nin genel yapısını, Cumhuriyet Halk Fırkası karşıtları yada yandaşları ancak Başbakan İsmet (İnönü) Bey'in düşünce ve uygulamalarına karşı olanlar, Halk'ın mütedeyyin kesimi ve son olarak Rejim karşıtı kişiler oluşturmaktaydı. Parti'yi destekleyen ve çalışan unsurlar her ne olursa olsun Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın temel ilkesi liberalizm ve demokrasiydi. Ancak Başbakan İsmet (İnönü) Bey'e karşı kesin bir tavır Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın temek düşünce hareketiydi.
    Parti kısa sürede büyük bir destek yakalamış ve Parti genelbaşkanı Ali Fethi (Okyar) Bey'in önderliğinde Batı Anadolu turuna çıkmıştır. Duraklardan birisi olan İzmir ziyareti sırasında Parti büyük bir kalabalıkla karşılaşmış bunun üzerine genelbaşkan Ali Fethi (Okyar) Bey'in ricası üzerine ertesi yapılacak konuşmada görüşmelerini rica etmiş ve dağılmalarını söylemiştir. Ancak dönemin İzmir Valisi Kazım Bey, Fethi Bey'e bir telgraf çekerek ertesi gerçekleştirilecek olan kalabalığın büyük olacağını ve bu nedenden dolayı güvenliğin sağlanamayacağını belirtmiştir.

    Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile ilgili daha detaylı bilgi için buraya tıklayınız.

    Yapılan Devrimler

    Siyasi Alanda Yapılan Devrimler
    1 Kasım 1922 tarihinde Halifelik ve saltanatın birbirinden ayrılması,Osmanlı saltanatının kaldırılması ve Osmanlı Devleti'nin hukuki varlığının sona ermesi.
    29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanı.
    3 Mart 1924 tarihinde Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının yurt dışına çıkarılması.
    10 Nisan 1928 tarihinde devletin dinine ilişkin maddenin anayasadan çıkartılması ve Laiklik ilkesinin anayasaya eklenmesi.
    5 Şubat 1937 tarihinde Atatürk İlkeleri'nin tamamının anayasaya girmesi.



    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Prof. Afet İnan'ın "Kadın Hakları" üzerine verdiği konferansta (3 Nisan 1930).
    Toplumsal Alanda Yapılan Devrimler
    25 Kasım 1925 tarihinde Şapka Kanunu kabul edilmiş ve yasalaşarak, Fes, Sarık, Peçe vb. kıyafetlerin giyilmesi yasaklanmıştır.
    30 Kasım 1925 tarihinde Tekkelerin, zaviyelerin ve türbelerin kapatılması.
    Kadınlara belediye seçimlerinde (1930) ve genel seçimlerde (1935) seçme ve seçilme hakkı tanınması.
    21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Kanunu yasalaşması.
    26 Kasım 1934 tarihinde Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve unvanlarin kullanımının yasaklanması.
    Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerinin kabulü. (1925-1931)


    Hukuk Alanında Yapılan Devrimler
    İslam vakıflarının devlet idaresine alınması (1924)
    İsviçre Medeni Kodundan çevrilerek hazırlanan Medeni Kanun'un kabulü (1926).
    İtalyan Ceza Kanunu'ndan çevrilerek hazırlanan Türk Ceza Kanunu'nun kabulü (1927).



    Gazi Mustafa Kemal, İstanbul Üniversitesinde öğrencilerle ders dinlerken (5 Aralık 1930).
    Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan Devrimler
    3 Mart 1924 tarihinde Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile devlete bağlı olmayan ilköğretim kurumlarının kapatılması (Medreseler)
    1 Kasım 1928 tarihinde yeni Türk harflerinin kabulü ve arap alfabesiyle her türlü yayın ve eğitimin yasaklanması.
    Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması. (1932)
    Dil Devrimi ve Güneş Dil Teorisinin benimsenmesi. (1932-1938)
    31 Mayıs 1933 tarihinde Darülfünun'un kapatılıp İstanbul üniversitesi adıyla yeniden kurulması.
     
  9. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    15-20 Ekim 1927; Nutuk (Söylev)

    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Halk Fırkası'nın ikinci büyük kongresinde Nutuk'u (Söylev) okurken (15 Ekim 1927).
    Mustafa Kemal, Cumhuriyet Halk Fırası'nın (CHF) genel başkanı olduğu sıralarda Cumhuriyet Halk Fırası'nın 1927 yılının 15 - 20 Ekim günleri arasında düzenlenen 2. kurultay'ında okuduğu dev yazılı eserdir. Kurultaya yerli ve yabancı bir çok basın mensubu katılmış ve takip etmiştir. Mustafa Kemal'in bizzat kaleme aldığı Nutuk (Söylev)'i yine Mustafa Kemal bizzat 6 gün süren kurultay boyunca okumuş ve toplam 36 saat 33 dakika sürmüştür.
    O günkü şartlarda kullanılan dil klasik Osmanlıca'ya kıyasla hafif ve sade ancak günümüz Türkçesine kıyasla ağır bir dile sahiptir. Nutuk geneli itibariyle 1919 ve 1927 yıllarında verilen mücadelenin yani Kurtuluş Savaşı ile başlayan Cumhuriyet'in kurulmasıyla devam eden ve son yapılanların anlatıldığı ve sıklıkla gerek Osmanlı Dönemi'nden gerek dünya tarihinden verilen anektodların yer aldığı bir metindir. Yapılan icraatlerin anlatıldığı, yaşanılanların belgeler ile açıklandığı ve yapılanların nedenlerinin kısım kısım ortaya konduğu ve Halk'a anlatıldığı yazılı bir eserdir.

    Mustafa Kemal, kurultay sırasında başlangıç konuşma sırasında şu sözleri sarf etmiştir :
    "... Senelerden beri devam eden ef'al (eylem) ve icraatımızın milletimize hesabını vermek".

    Reisicumhur Mustafa Kemal, yapılan reformlar ve bunlarla beraber gelen yenilikleri halka anlatmak için ülkenin dört bir yanını dolaşıyor ve yapılanları halka anlatıyordu. Sadece yapılanları atlatmıyor, halkın sorunlarını dinliyor, not ediyor ve onlarla dertleşiyordu da aynı zamanda.

    Atatürk adı nereden gelmektedir?
    Atatürk İnkılaplarının bir parçası olan Soyadı Kanunu ile birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi (T.B.M.M.)tarafından çıkarılan 24 Kasım 1934 tarihli ve 2587 sayılı özel kanun name ile Mustafa Kemal'e "Türklerin Atası" anlamına gelen "Atatürk" ismi verilmiştir. Atatürk ismi birinci derece yakınlarıda dahil olmak üzere hiçbir şahıs tarafından kullanılmaz.
    Kaynak


    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Cumhuriyet'in Onuncu Yılı şerefine hazırlamış olduğu 10. Yıl Nutku'nu tören sırasında okurken (29 Ekim 1933).
    10. Yıl Nutku

    Atatürk, Cumhuriyet'in 10. yılı kutlamalarında Ankara Hipodromu'nda 10. Yıl nutkunu okurken (29 Ekim 1933).
    Mustafa Kemal, Cumhuriyet'in onuncu yılını doldurması üzerine geçmişte özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında verilen mücadele üzerine, yapılan devrimler üzerine ve bundan sonrası için yapılması gerekenleri kaleme aldığı ve 10. Yıl Nutku olarak bilinecek olan konuşma metnini hazırlamıştır. Cumhuriyet'in onuncu yılı şerefine 29 Ekim 1933 tarihinde düzenlenen törende 10. Yıl Nutku'nu okumuştur.
    Son yılları
    Yaşamının son yılları
    Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavisi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu.

    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, Ankara'daki Çubuk Barajı'na bakarken (7 Mayıs 1938).
    Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti.
    M.K. Atatürk'ün vefatı üzerine kız kardeşi Makbule Atadan'ın söyledikleri
    Mustafa Kemal Atatürk'ün kız kardeş Makbule Atadan'ın 1947 yılında Haftalık Akın Gazetesi yazarı Selime Seden'e verdiği ropörtajda Atatürk'ün vefatı üzerine bahsi geçen bir konuşma :
    Atatürk'ün Ankara'ya son gidişini bugün gibi hatırlıyorum. O geceyi Rukiye ile beraber sabaha kadar yanında geçirmiştik. Durmadan terliyordu. Ben çamaşırlarını değiştirmesi için kendisine yardım ediyordum. Ağır bir hastalığa tutulduğu gözle görülüyordu. O seyahate ben iştirak etmeyecek ve sıhhatimi alakadar eden işler yüzünden bir müddet İstanbul'da kalacaktım. Kendisinden müsaade istedim, verdi. Ertesi günü, kendisini Haydarpaşa'ya götürecek olan motor sarayın önüne gelmişti. Uğurlamak için odamdan çıkarak, kendisiyle yatak odasının önünde karşılaştık. Halinden bana veda etmeğe hazırlandığı belli idi.
    Makbule Atadan - Sizi motora kadar uğurlamama müsaade ediniz, diye yalvardım.

    Sert ve kesik bir sesle:
    M. K. Atatürk - Hayır! dedi. Buradan uğurlamanız kafidir.
    Atatürk o gidişinde çok halsiz ve yorgun görünüyordu. Kendisine boynundaki eşarbı düzeltecek kadar dahi bir kuvvet görmemiş olmalı ki, iki elini yanlarına salıvererek bu işi yapmamı benden istemişti. Onu hiç bu kadar halsiz ve yorgun görmemiştim. Anlaşılıyordu ki daha aylarca evvel, öldürücü hastalık tesirlerini göstermeğe başlamıştı.
    ki gün sonra, Atatürk beni Ankara'ya çağırttı. Köşke gittiğim vakit kendisini uzun bir şezlongda oturur bir vaziyette buldum. Bana :
    M. K. Atatürk - Gördün mü kardeşim, doktorlar bana günde beş türlü tatlı yediriyorlar.
    dedi
    Makbule Atadan - Afiyet olsun.
    diye cevap verdim.
    El altından bir havadis almıştım. Ata'nın ayaklarına su indiğini gören Doktor Neşet Ömer, bütün gece Atatürk'ün odasının önünde dolaşarak "
    Ne yapayım da mesuliyetten kurtulayım!"diyormuş. Çünkü o vakte kadar hastalığı teşhis edememişti. Bir istida yazmış, "Ben mesuliyet kabul etmem, Avrupa'dan doktor getirin; çünkü Ata ağır hasta!
    " demişti.
    Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı.

    Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan Celal Bayar ile Sivas ziyareti sırasında (13 Kasım 1937).
    Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı halde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celal Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
    Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celal Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
    Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler.
    M.K. Atatürk'ün vefatı üzerine kız kardeşi Makbule Atadan'ın söyledikleri
    Mustafa Kemal Atatürk'ün kız kardeş Makbule Atadan'ın 1947 yılında Haftalık Akın Gazetesi yazarı Selime Seden'e verdiği ropörtaj devamında Atatürk'ün vefatı üzerine bir başka yaşanılan olayı anlatıyor :
    Size Atatürk'ün son günlerine ait hatıralarımı anlatırken, içimde senelerce açıklamadan güçlükle sakladığım bir acıyı ifade etmek isterim
    Atatürk çok ağır bir hale gelmiş, Dolmabahçe Sarayı'nda yatıyordu. Doktorlar karnında toplanan ve kendisine büyük bir rahatsızlık veren suyu iğne ile girerek almak fikrinde bulunmuşlar ve kendisine bunu anlatmışlar. O da :
    Bir kere hemşireye sorun, onun reyini alın ve işinize öyle başlayın!

    diye emir vermiş.

    Atatürk'ün bu arzusu bana iletilmedi. Her zaman aramızda bir mani olan Hasan Rıza Bey, bu defa da Atatürk'le alakadar olmaktan beni alıkoyuyordu. Bunu hiç unutamıyorum. Atatürk'ün yanına birçok doktorların ve operatörlerin girdiğini bana sofracı Muzaffer söyledi. Koşarak yanına gittim. Beni yolda Kılıç Ali önledi. Doktor Neşet Ömer, su alındığından haberdar olmamaklığımı hayretle karşıladı ve Atatürk'ün vermiş olduğu emri bana tekrar etti. Hayretler içinde kaldım. Atatürk'ün yanına girdim. Doktorlar orada ancak 4–5 dakika durmama müsaade ediyorlardı. Atatürk rahattı, neşeliydi, bundan istifade ederek kendisine şu suali sordum :

    Su alırken hangisi daha kolay oluyor; yarmak mı, delmek mi?

    diye sordum

    İkisi de kötü! İkisi de ne yenir, ne yutulur!


    dedi.

    Mustafa Kemal Atatürk'ün Cenazesi ve cenaze törenine katılmak üzere kortejde bulunan vatandaşlar (21 Kasım 1938).

    Mustafa Kemal Atatürk'ün naaşının Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrinden Anıtkabir'e getirilmesi sırasında (10 Kasım 1953).
    16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkam, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu.
    Türk milleti daha sonra, bu büyük insana layık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgahına yerleştirildi.
    Hayatına İlişkin
    Özel Hayatı
    Boş vakitleri, Hobileri, Günlük Yaşantısı
    Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi, uçuş seyretmeyi ve yüzmeyi severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan keyif alırdı. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri Çankaya Köşkü'nde sık rastlanan bir durumdu. Gerek Çankaya köşkünde gerek İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda ve kaldığı diğer mekanlarda sık sık müziğe karşı hayranlığının bir yansıması olan, Musıki geceleri düzenlerdi. Tabi mensubu olduğu İslamiyet dinine bağlılığıda günlük hayatında yansımaları olmuştur. Ramazan aylarında, diğer gün ve gecelerde düzenlenen musiki gecelerinin düzenlenmesini istemez ve genellikle hatim ve duaların edilmesi için hafızlar ve hocalar kaldığı mekanlara davet edilirdi. Küçüklüğünden beri düzenli bir kişiydi Mustafa Kemal Atatürk. Temiz giyinmeyi ve hoş kokmayı hayatının bir parçası haline getirmiştir. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve az Almanca biliyordu.


    Aşkları, Aşık Olduğu Kadınlar
    Makbule Atadan ve Salih Bozok'a göre, küçük Mustafa 12 yaşındayken Binbaşı Rüknettin'in 8 yaşındaki kızı Müjgan'a aşık olmuştur. Makbule Atadan'a göre ikinci aşkı Hatice olmuş ve Hatice'nin annesi müdahale ederek ilişkisini kesmiştir. Ardından Selanik Askeri komutanı Şevki Paşa'nın 12 yaşındaki kızı Emine (Emine Arık)'ye matematik dersini verirken aşık olmuştur.
    Mustafa Kemal ve Hatice
    Can Dündar'ın Milliyet Gazetesi'nde 14 Şubat 2007 tarihinde yer alan köşe yazısında Mustafa Kemal Atatürk'ün gençlik yıllarında, komuşu kızı Hatice ile yaşadıklarını kaleme alan yazısı :
    Selanik'te öğrenci iken, Nadire diye bir komşu kızı varmış. Ciğerlerinden hasta olan bu kız Mustafa'ya pek hayranmış. Her geçişinde pencereye koşar, ona bakarken yüzünü al basarmış. Bir gün komşu kızı Hatice'ye açılmış: "Mustafa Bey, öteki arkadaşlarına hiç benzemiyor" demiş. Bu gizli sevdayı Mustafa'ya hissettirmeye karar vermişler. Hatice, Zübeyde hanımların evine girer çıkarmış. Bir cuma, ailece oturmaya gitmişler. Mustafa evde yokmuş. Hatice, üst kattan bir şey getirmesi istendiğinde aklındaki planı uygulamaya koymuş. Sofadan geçerken, saksı içindeki kırmızı karanfillerden birini gizlice koparmış. Mustafa'nın üst katta soldaki yatak odasına dalmış. Karyolasının başucundaki masanın üzerinde açık duran tarih kitabının üzerine karanfili bırakmış. Korkudan titreyerek koşar adım aşağı inmiş. Çiçeğin Nadire'den geldiğinin anlaşılacağına eminmiş. Az sonra Mustafa eve gelmiş. Zübeyde Hanım'ın ve Hatice'nin annesinin ellerini öpmüş. Hatice'nin de elini sıkmış. O dönem Türkler arasında el sıkma adeti olmadığından Hatice şaşırmış biraz. Zaten gizlice bıraktığı çiçekten dolayı pek heyecanlıymış. Mustafa bu heyecanı hissetmiş; gözlerini Hatice'nin gözlerine dikmiş. Küçük kız ne yapacağını bilememiş. Mustafa "Ders çalışmam lazım" deyip yukarı çıkmış. Çıkar çıkmaz da tekrar aşağı indiği ayak seslerinden anlaşılmış. Hatice kalbinin duracağını hissetmiş. Çünkü, geldiğinde Mustafa'nın elinde o kırmızı karanfil varmış. "Bu çiçeği benim kitabımın arasına kim koydu?" diye bağıracak diye çok korkmuş Hatice. "Ben ettim, sen etme" der gibi bakmış ona. Mustafa, Hatice'yi müstehzi gözlerle süzdükten sonra dışarı çıkmış. Hatice hemen gidip olanları Nadire ablasına anlatmış. "Ölüyordum korkudan. Bir daha beni böyle işlere sokmayın" diye yalvarmış. Nadire, çiçeğinin adresine ulaşmasının keyfiyle beklemeye başlamış.
    Aradan epey bir zaman geçmiş. Bir gün Hatice, Zübeyde Teyze'sinin kendisini oğlu Mustafa'ya istediğini öğrenmiş. Ama Hatice'nin annesi, Mustafa asker olup uzaklara gidecek diye bu izdivaca yanaşmamış. Konu kapanmış.
     
  10. Çilem

    Çilem Profesyonel Üye www.pembeoje.com

    Mustafa, Harbiye'de okumak için İstanbul'a gitmiş. Lakin annesine gönderdiği her mektubun altına "Hemşiremiz Hatice Hanım'a da mahsus selamlar ederim" cümlesini eklemeyi hiç ihmal etmemiş. Harbiye'den erkanıharp yüzbaşısı olarak çıktığında Hatice'yi yeniden istetmiş. Bu kez Hatice'nin ailesi razı olmak üzereyken sarayda çalışan bir ahbapları onları uyarmış: "Ben, onun hakkında saraya gelen jurnalleri okudum. İstikbali çok karanlık. Aman uzak durun" demiş. Hatice'nin annesi, kızını alelacele bir başkasıyla evlendirmiş.
    Yıllar geçmiş. Mustafa Kemal, "Atatürk" olmuş, Evlenip çoluk çocuğa karışan Hatice, yaşadıklarını 1920'lerde bir kış günü, Kocaeli'nde Maarif Müdürü olan apartman komşusu Münir Hayri Bey'e anlatmış. Münir Hayri, daha sonra sinema tahsili için yurtdışına gitmiş. Döndüğünde Atatürk kendisinden hayatını perdeye yansıtacak bir senaryo yazmasını istemiş. Senaryonun esaslarını da bizzat dikte ettirmiş.
    - Münir Hayri : Filme başka neler koymalıyız?
    birazda çekinerek;
    - Munir Hayri : er filmde kadın ve aşk unsuru aranır, bilmem nasıl emredersiniz
    emiş ve yıllar önce Hatice'den dinlediği hikayeyi Atatürk'e nakletmiş.
    Hatırlamış Atatürk; gülmüş:
    - M.K. Atatürk : Ben, Hatice'nin o karanfili kendi hesabına koyduğunu sanmıştım. Hatice zekası, güzelliği ve terbiyesiyle örnek bir kadındı. Her vakit hayatımın en değerli hatıraları arasında kalacaktır.
    Sonra Nadire'yi de hatırlamış;
    - M.K. Atatürk : O kızcağızı da bir katiple evlendirdiler. Sonra öldü.
    Birkaç gün düşündükten sonra Münir Hayri'yi yeniden çağırmış Atatürk. "Tamam" demiş Atatürk...
    - M.K. Atatürk : Bizim çocukluk hikayesini filme koyalım. Yalnız Hatice'nin ismini koymayalım. Bu, çok masum ve hiç de şerefsiz olmayan bir hikayedir, ama belki Hatice'nin torunları filan istemezler.
    Münir Hayri'nin senaryosu "Ben Bir İnkılap Çocuğuyum" adını taşıyordu; Atatürk rahatsızlandığı için çekilemedi.
    Zübeyde Hanım'ın ikinci eşi ve Mustafa Kemal Atatürk'ün üvey babası olan Ragıp Bey'in kardeşi Memduh Hayrettin Bey ile Vasfiye Hanım'ın kızı Fikriye Hanım ve Atatürk arasında bir ilişki olduğu söylense de Milli Mücadele döneminde Ankara İstasyon Binasında ve eski Çankaya köşkünde Fikriye Hanım ile birlikte yaşamalarına rağmen ortadaki akrabalık ilişkisinden öteye geçilmediği aşikar. Fikriye hanım Almanya'nın Münih şehrine gönderdikten sonra 29 Ocak 1923'te İzmir'in sayılı zenginlerinden Uşakizade Muammer Bey'in kızı Latife Hanım'la evlendi. 1924'de yapılan Sonbahar Seyahati sırasında çift kavga etti ve Mustafa Kemal Paşa Erzurum'dan İsmet Paşa'ya telgraf çekerek boşanacağını bildirdi. Ancak az sonra yaverleri Salih Bey (Bozok) ve Kılıç Ali Bey'in aracılığıyla boşanmasından vazgeçti. Fakat bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihinde son buldu.


    Aldığı Kıdem, Nişan ve Ünvanlar
    Mustafa Kemal Atatürk, yaşamı boyunca eğitmen ve öğretmenleri, üstleri ve amirleri nezdinde herzaman övgüye ve takdire mazhar olmuş, beğenilmiş takdir görmüştür. Aynı zamanda elde edilen başarıların ardından alınan övgülerin yanı sırada pek çok madalya, şilt, ödül, kıdem ve ünvanda kendisine layık görülmüştür. Alınan ödüllerin kronolojik sıralamasına buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.


    Yaşamını geçirdiği yapılar
    Pembe Ev - Selanik
    İnkılap Müzesi - İstanbul (Beşiktaş/Akaretler - Şişli)
    Dolma Bahçe Sarayı - İstanbul (Beşiktaş)
    Ordu Köşkü - Ankara (Çankaya)
    Gazi Çiftliği - Ankara
    Çankaya Köşkü - Ankara (Çankaya)
    Atatürk Köşkü - Yalova
    Atatürk Orman Çiftliği - Ankara
    Florya Deniz Köşkü - İstanbul (Florya)
    Mektupçu Köşkü - İzmir

    Kaynak
    Milli Eğitim Bakanlığı
    Türk Silahlı Kuvvetleri
    Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
    Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı
    Wikipedia
    Atatürk Araştırma Merkezi
    Araştıralım
     

Sayfayı Paylaş